Osman Yaşar Yoldaşcan, 12 Eylül faşist cuntanın işbaşına gelişinden 17 gün sonra 29 Eylül 1980’de İstanbul-Bağcılar’da saatlerce süren sokak çatışmasının ardından şehit düştü. Onun bu yiğitçe ölümü, başta yoldaşları olmak üzere tüm tutarlı devrimcilere, anti-faşistlere izlenmesi gereken yolu gösteren bir manifesto oldu.
12 Eylül’e sıkılan ‘ilk kurşun’ olmasının anlamı, yaşanan ilk sokak çatışması olması ve bir işkenceci şefinin hak ettiği cezayı bulmasının çok ötesindedir. 12 Eylül’ün ilk günlerindeki şaşkınlık ve bekle-gör tavrı, Osman’la birlikte mevzileri direnişsiz terketmeme ve ‘hücum’ ruhuna çarpmıştır. Buz kırılmış, yol açılmıştır…
O yolu, daha kaç komünist, devrimci, demokrat, yurtsever canı pahasına izlemiş ve ihanet ortamında bir avuç direnci güzellemiştir. İşte o ‘bir avuç direnç’tir o günlerden bugüne miras kalan… Ne 12 Eylül’ün vahşeti, ne ihanetin çirkefliği, ne teslimiyetin ve tasfiyenin rezaleti… Sadece direnenler sulamıştır toprağı ve son sözü hep direnenler söylemiştir…
* * *
Günlerden 29 Eylül 1980! Yer, İstanbul-Bağcılar yokuşu… Birazdan yeni bir tarih yazılacak, iki sınıf karşı karşıya gelecek… Güçler ve silahlar eşit değil, ama olsun! Sayı ve silah yönünden bir hayli üstün taraf, eskiyi, yani burjuvaziyi temsil ederken; karşısında iki ondörtlü ve bir bombasıyla tek kişilik bir ordu yeniyi, yani proletaryayı temsil ediyor…
Çekildiği inşaatı bilinç ve çelikten iradesiyle granitten bir kaleye dönüştürüyor Osman Yaşar Yoldaşcan. Kalede elindeki namlu şimşek gibi patladığında, zulüm ve sömürü düzeninin kolluk güçleri sünepe gibi yere yapışıyor… Kaleye yaklaşan bir başkomiser, gökgürültüsüyle patlayan bombasıyla yığılıp kalıyor. Ardından, patlattığı sloganların sesi duyuluyor… Ve bu gösterişsiz kalede ölümsüzleşiyor Osman Yaşar Yoldaşcan… Kale dışında ise, bir başkomiser ve sayısız yaralı ile şaşkın, perişan durumda karşı-devrim güçleri…
Daha 12 Eylül’ün üzerinden 17 gün geçmişti ki, bu çatışma tüm komünist ve devrimciler için savaş çağrısı oldu. “İlk kurşun” sıkılmıştı, gerisinin gelmesi gecikmeyecekti…
Osman Yaşar Yoldaşcan, 1967’de onbinlerce aday arasında üniversite sınavını birincilikle kazanarak ODTÜ’ye girdi. Devrimci ve militan kişiliğiyle kısa sürede devrimci gençlik hareketi içinde öne çıktı. Aranır duruma düşüp derslerine devam etmemesine rağmen, sınavlarda hep yüksek notlar alıyordu. Hocaları ondaki engin zekayı fark etmiş, bir bilim insanı özelliği görmüşlerdi. Hapiste olduğu dönemde giremediği sınavlardan geçirerek, okulda kalmasını sağlamaya çalıştılar. Ama o, kararını vermişti artık. Tüm yeteneklerini, potansiyelini, proletarya ve ezilen halkların hizmetine sunacaktı.
12 Mart ’71 döneminde, içinde yeraldığı (sonrasında ihtilalci komünist örgütü yaratacak) devrimci bir grubun üyeleriyle birlikte yakalanarak cezaevine düştü. Yoldaşı ve teyzesinin oğlu M. Fatih Öktülmüş’le, çok genç ve tecrübesiz olmalarına rağmen işkencede direndiler ve firarı örgütlemeye giriştiler.
’74’de çıktıktan sonra proletarya içinde örgütlenmek için İstanbul’a geldiler. Kısa süre bir fabrikada işçi olarak çalıştı Osman. Kahve kültürü olmayan, sigara içmeyen bu mütevazi insanı, işçilerin fark etmemesi mümkün değildi. Çok geçmeden bir fabrikada örgütlenmeler yarattı. Yeraltı baskısı ve teknik işleri de üzerine aldı. Askeri bilgilerini arttırmak için, emperyalist kuruluşların -üzerinde “çok gizli” yazan- raporları dahil olmak üzere her türlü askeri dokümanı Osman’ın elinde görmek mümkündü. Yoldaşları, “Osman bir şeye karar verdi mi, o işin elinden kurtulması mümkün değil” derlerdi. Bu nedenle bir eylem içinde Osman varsa, herkes tereddütsüz yer almaya gönüllü olurdu.
O, ML klasikleri yeniden yeniden okur, önündeki sorunlara yanıt bulmaya çalışırdı. Karşı-devrimci “Üç Dünya Teorisi”ne karşı en önde bayrak açtı. THKO’dan devrimci bir kopuş gerçekleştiğinde bir çok işi üstlenmek için öne atıldı. Geçici yol arkadaşları dökülmeye başladıklarında, büyük bir sabır ve inançla, seçtiği yolda ilerledi.
Hareket içinde küçük-burjuva zaafları yenmek ve Leninist bir örgüt yapısını kurmak için, çok zor ve sıkıntılı günler geçirdi. Ama o günlere ve kafa karışıklığına son vermede kararlıydı. “İleri militanları” topladı ve grubun ML bir örgüte sıçraması için “hücum” komutunu verdi.
Onda zor günlerin sızlanmasına, kolay günlerin sarhoşluğuna yer yoktu. Aksine zor günlerde soğukkanlı ve cesaret doluydu; zafer günlerinde ise mütevaziliğiyle bilinirdi.
Bu topraklarda “dört dörtlük bir insan var mı” dendiğinde, onu tanıyan herkes, tereddütsüz Osman’ı gösterir. Aydın bir aileden gelmesine rağmen, hiçbir küçük-burjuva lüksü yoktu. Polisle girdiği çatışmada topuğundan yara almıştı. Sahte kimlikle cezaevinde kaldığından kimse ilgilenememiş, topal kalmıştı. Özel ortopedik ayakkabı giymesi gerekiyordu, ama masraftan kaçınmak için, en ucuz nerede yapılıyorsa oradan almanın yollarını bulurdu.
Onun ölümü de yaşamı gibi tereddütsüz ve kusursuz oldu. Daha sonraki yıllarda ihtilalci komünistlerin işkencede direnmesinin, çatışmada vuruşmasının ruhunu yarattı. Ondaki savaş ruhu, yol göstermeye devam ediyor.
(Yediveren Yayınları tarafından yayınlanan “İlk kurşun” kitabından alınmıştır)
Gelenek Tohumu
Sokaklar kanarken içten içe kimsesiz
Kentler ağlarken
ve ihanet tortularıyla kirlenirken deniz
yürüyordu soluğu rüzgar bir adam
her adımı bir geleceği kucaklar gibi
sonsuz ışıklar taşıyordu ufuklardan
yağmurda toprak kokusuydu bakışları
yüreğinde kanatlanmış bir heyecan
yükseliyordu sevginin gökyüzüne
inancı çiçekleyen eylem doruklarından…
Bu sessizliğe bir çığlık gerek diyordu
Korkunun yüreğine korkular salacak bir çığlık
Bir geleneği tohum tohum ekip toprağa
Enginleri baştan sona saracak bir çığlık…
Pürköpük coşkulu bir nehirle birlikte
Haykırdı soluğunu rüzgar edip yürüyen
İşte gün-işte güneş-işte biz
Karşımızda sonsuzluğu mavileyen deniz
Sonsuzluğa varmayan yaşamı neyleriz
Biz ki konuşan dil, açılan gül ve yaratan elleriz
Yağmur altında çöl kuraklığıysa yaşanan
Bütün çölleri yüreğimizle selleriz…
Ey Bağcılar yokuşu-Bağcılar yokuşu
Ölümsüzleşen bir ölümün tanık yokuşu
Yoksa eğer bu yürüyüşün geri dönüşü
Her çukurun bir siperdir artık senin
Her penceren bir tanıktır yarınlara
Varsın bayrak olup çekilsin yüreğim
Her inşaatın bir kaledir artık senin
Durdu kuytuda soluğu rüzgar olan
Sessiz bir gürültüyle seslendi dostuna
Yüklen bu bahçeyi geniş omuzlarına
Bu yükü mutlaka güneşe taşıman gerek…
Bir tek kaya doruklaşmıştı o gün
Al bir mendil sancaklaşmıştı o gün
Elinde yüreği silah bir adam
Halk burcunda bayraklaşmıştı o gün…
Adnan Yücel