Yenilgiler ve yüzleşme üzerine

12 Eylül’ün 45. yılını geçtiğimiz günlerde geride bıraktık. Bunun da etkisiyle olsa gerek, bir kez daha 12 Eylül, yenilgi ve yüzleşme (hesaplaşma) konusu tartışılır oldu.

Bunun, içinde bulunduğumuz durumla, onu aşma çabasıyla yakından bağı var. 12 Eylül’ün bir ürünü ve onun zihniyetinin devamcısı olan AKP’nin, bugün 12 Eylül’ü de aşan uygulamalarıyla karşı karşıya kalmak, ona karşı büyüyen öfkeyi devrimci kanallara akıtamamanın sancılarını yaşamak, bu tartışmayı güncel ve gerekli kılıyor.

45.yıl anmalarının, “ne çok acılar çektik”ten, “iyi bir sınav veremedik” noktasına doğru evrilmesi; AKP’nin bugünkü saldırılarıyla 12 Eylül’ün bağlarının kurulması ve 12 Eylül’e dair sorgulamanın artması, ileri bir adımdır kuşkusuz; fakat sorgulamanın doğru noktalardan yapılması koşuluyla…

12 Eylül yenilgisinin nedenleri üzerine yazılan kitap ve makaleleri “zaman tünelinde kalmak”, “maziye takılıp kalmak” şeklinde karşılamak ya da “45 yıl sonra ne gerek vardı” demek, 12 Eylül’ün sorgulanmasından hala rahatsızlık duyulduğunu gösteriyor.

Oysa 12 Eylül unutulmuyor, aksine “kapanmayan bir yara” olarak tartışılmaya devam ediyor. Bunun nedeni sadece yaşanan vahşetin, çekilen acıların büyüklüğü veya o zihniyetin devam ediyor oluşu değildir. 12 Eylül’le doğru bir şekilde yüzleşme-hesaplaşma yapılamadığından, yenilginin nedenleri ve müsebbipleri üzerine yeterince durulmadığından, özeleştirel bir yaklaşım sergilenmediğinden; kısacası doğru dersler çıkarılarak o dönemin kapanması, geride bırakılması sağlanmadığındandır.

12 Eylül’ün 45. yılında bile “neden yenildik” sorusuyla yüzyüze gelmemek için 12 Eylül’e dair halen yarım-yamalak cümleler kuruluyor, etrafında dolaşılıyor. 12 Eylül yıldönümleri anma olarak, acıların öne çıkartıldığı etkinlikler olarak düzenliyor; sorunu derinlemesine tartışacak toplantılardan uzak duruluyor.

Üstü örtülen her olayda olduğu gibi yeniden karşımıza çıkmasının sebebi budur.

 

Geçmiş, geçmişte mi kaldı?

12 Eylül başta olmak üzere yenilgi dönemleriyle ilgili pek çok anı kitabı, roman, belgesel, film yapıldı, yapılıyor… Bunların bazılarında döneme dair bilgilendirici ve geleceğe ışık tutan çalışmalara rastlanabiliyor. Ancak önemli bir kısmının, çekilen acılar üzerinden kendini aklama, kendine göre bir “resmi tarih” yazma çabası olduğunu söyleyebiliriz.

12 Eylül’ün tartışılmasından kim, neden rahatsızlık, hatta korku duyuyor?

Birincisi, 12 Eylül döneminde şubede-zindanda-mahkemede teslim olanlar ve teslimiyetin-tasfiyeciliğin teorisini yapanlar. Bunların nedenleri çok anlaşılır. Foyalarının açığa çıkmasını istemiyorlar tabii. İkincisi, bugün geldiği nokta itibarıyla tasfiyeciliğin, mülteciliğin girdabında boğulanlar. Tasfiyeciliğe-mülteciliğe karşı söylenen sözler, bugün onları da kapsadığı için, en az birinciler kadar rahatsızlar. Bir de bu iki kesimin etkisinde kalarak, düz bir bakışla ve bilinçsizce bu tartışmaya karşı çıkanlar.

Farklı saiklerle de olsa koro şeklinde “45 yıl öncesini yazmanın-konuşmanın ne gereği var” diyorlar. Ya da “bunlar 45 yıl önce yazılmalıydı, çok geç kalındı” diyenler çıkıyor. (*) Oysa sadece ve sadece geçmişi tartışıp sonuçlar çıkardığımızda, geçmişte yaşananların dersleriyle kuşandığımızda, eksikliklerimizi giderebilir, ilerleyebiliriz.

1848’deki Avrupa devrimlerinin yenilgisi üzerinden yürütülen tartışmalar, Marksizmin doğuş sürecinin önünü açmıştır. 150 yıl önceki Paris Komünü’nün eksiklikleri tartışıldığı için, Ekim Devrimi başarıya ulaşabildi. 70 yıl önce Sovyetler Birliği’nde geriye dönüşün neden ve nasıl yaşandığına ilişkin tartışmalar yürütülüyor, yazılar yazılıyor. 2000 yıl öncesindeki köle isyanlarının nasıl yaşandığı ve neden yenildiği için bile, sayısız kitap, yazı yazılmıştır.

Binlerce yıllık sınıf mücadelesinin her aşamasını tartışmak mümkün ve gerekli ama Türkiye’de 12 Eylül yenilgisini tartışmak gereksiz!!!

12 Eylül’deki hatalarıyla yüzleşmekten korkanların ileri sürdüğü argümanlar, işte böylesine çürük ve acınası…

“İnsanlık önüne çözmekle karşı karşıya kaldığı sorunları koyar” der Marks. Bugün12 Eylül zihniyeti sadece faşizm ve gericilik yönüyle devam etmiyor; devrimci hareketin ideolojik-siyasi zaaflarıyla da devam ediyor. Faşizmi bir devlet yönetimi olarak değil de, şu ya da bu partiyle sınırlayan, faşizme karşı mücadeleyi bir-iki faşist partiye indirgeyen bakışaçısıyla bugün de yüz yüze değil miyiz? Burjuva kliklerinden birine yedeklenme, “kötünün iyisi” diyerek destekleme, her aşamada karşımıza çıkmıyor mu? Halk hareketinde bir yükseliş olduğunda ona methiyeler dizerek abartma; geriye düşüş olduğunda ise karamsarlığa kapılarak “bu halktan bir şey olmaz” diyecek kadar savrulmalarla karşı karşıya gelmiyor muyuz? Kendiliğindencilik, kitle kuyrukçuluğu, yer yer kitlelerin bile gerisine düşen yaklaşımlar, günümüzün de temel sorunu değil mi?

Demek ki, bunlar “geçmişte kalan” değil, bugüne de taşınmış sorunlar…

Bugün AKP-MHP yönetimine karşı biriken -yer yer patlayan- öfkeyi devrimci kanallara akıtmak, gerici-faşist diktatörlükten kurtulmak derdindeysek, 12 Eylül başta olmak üzere Türkiye Devrimci Hareketinin kritik dönemeçlerle ne yaptığına (yapmadığına) dönüp yeniden bakmak zorundayız. O açıdan esasında dünü değil, bugünü konuşuyoruz.

12 Eylül yenilgisiyle hesaplaşmadan anladığımız da, tek tek kişilerin ve örgütlerin şubede-zindanda-mahkemede tavrının ötesindedir. Ondan da bağımsız olmayan, ama asıl olarak tasfiyeci-teslimiyetçi görüşlerle verilen ideolojik mücadeledir. Tasfiyeci görüşler bugün de mücadelenin önündeki en önemli ayak bağlarıdır çünkü.

Üstelik 12 Eylül döneminde kötü bir sınav veren liderler, halen şu ya da bu partinin başında yeralıyorlar ya da akıldanelik yapıyorlar. 12 Eylül’deki tavırlarından dolayı tek bir özeleştiri vermedikleri halde, baştacı ediliyorlar. Keza 12 Eylül’de tasfiyeciliğe sürüklenen bugünün reformist partileri, sosyalist maskeyle belli bir kitleyi hala etkileyebiliyor. Yani 12 Eylül yenilgisinde önemli bir pay sahibi olan liderler de, örgütler de, politikalar da halen varlığını koruyor; mücadelenin ve kadroların gelişiminin önünde set oluşturmaya devam ediyorlar.

Dolayısıyla 12 Eylül’ün geçmişte kaldığını, yeniden gündeme getirmenin yanlış olduğu söyleyenler, ya 12 Eylül’ün halen süren etkilerinden bihaberdir, ya da kasıtlı bir tutum içindedirler.

 

2000’ler yenilgisi 12 Eylül’den beter mi?

12 Eylül yenilgisi üzerine tartışılmasını örtbas etmenin bir yolu da, Türkiye Devrimci Hareketinin tek yenilgisinin 12 Eylül olmadığı savıdır. Mustafa Suphi TKP’sinin aldığı yenilgiden 12 Mart’a ve 2000 yenilgisine kadar yenilgiler sıralanıyor. (Sanki 12 Eylül yenilgisinden bahsedenler, başka yenilgilerin sözünü etmiyor, onlara dair konuşmuyormuş gibi!) Elbette burada amaç farklı. Özellikle 2000 sonrası yenilginin -üstelik direnerek alındığını söylenerek- 12 Eylül yenilgisinden daha beter sonuçlar doğurduğu kanıtlanmaya, 12 Eylül’ün “geçmişte kaldığı” imajı güçlendirilmeye çalışılıyor.

Her yenilgiyi, yaşandığı dönemle, iç ve dış koşullarla birlikte değerlendirmek gerektiği açıktır. 12 Eylül ve 2000 yenilgisini de ele alırken buna dikkat etmek ve farklarını görmek gerekir.

En başta şunu söyleyebiliriz: 12 Eylül saldırısı, sadece devrimcilerin değil, kitlelerin doğrudan yaşamlarına müdahale eden bir askeri darbeydi. 2000’deki F Tipleri saldırısı ise, esas olarak “öncü”lere, devrimci tutsaklara yönelik bir saldırıydı; kitleler bu saldırının kendilerine dönük etkilerini zamanla ve dolaylı biçimde hissettiler, üstelik F Tipi saldırısıyla doğrudan bağını göremediler.

Diğer yandan 12 Eylül faşist cuntası, halk hareketinin en yüksek, devrimci hareketin en güçlü olduğu dönemde işbaşına gelirken; 19 Aralık saldırısı, inişe geçen, gerileyen bir toplumsal muhalefet ve devrimci örgütlerin güç kaybettiği bir dönemde gerçekleşti. Dış koşullar yönüyle çok daha dezavantajlıydı. 12 Eylül döneminden farklı olarak ‘90’ların başında “Doğu Bloku” yıkılmış, sosyalizmin prestiji sarsılmış, kapitalizmin ebediliği üzerine teoriler ortalığı kaplamıştı.

Koşullardaki bu ciddi farklılık, taktiklerin de farklı olmasını gerektiriyordu. F Tiplerine karşı ölümüne bir direniş şarttı. Fakat birleşik bir şekilde yürütülmesi gerekirken, başından sonuna dek parçalı hareket edildi. Önderlik ve örgütlülük zafiyeti net biçimde açığa çıktı. (**) 2000 yenilgisini sadece bir örgütün yanlış taktiği ile açıklamak son derece sığ, subjektif bir yaklaşım olur. Ayrıca 2000’lerin yenilgisinde de, 12 Eylül’le hesaplaşılmamış ve ders çıkarılmamış olmasının payı büyüktür.

Engels’in “Sert bir çarpışmadan sonraki bir yenilgi, devrimci önemi kolayca kazanılan bir zafere eşit bir olaydır… Arkalarında, yaşayanların ruhunda, devrim zamanı, enerjik ve tutkulu bir eylemin en büyük uyarıcılarından biri olan bir öcalma isteği bırakırlar” sözü, tarihsel deneyimlerden süzülerek söylenmiştir. Türkiye’de 12 Mart yenilgisi de bunu doğrulamıştır. 2000’ler ise öyle değildir. 19 Aralık saldırısına karşı büyük bir direniş sergilendi kuşkusuz. Hem saldırı sırasında hem de ölüm orucu sürecinde yüzlerce kadro, sempatizan şehit düştü. Ama 12 Mart’ta önderler en öne dövüşürken, 2000’de birçok örgüt lideri bırakalım ölüm orucunu, açlık grevine bile katılmadı. F Tiplerine geçildikten sonra ise, bir an evvel tahliye olmanın yollarını arayanlar az değildi. Direniş sulandırıldı, bireyselleşti.

Sonuç olarak, 12 Eylül ile 2000 yenilgisini aynı kefeye koymak, 12 Eylül’deki ihaneti hafifsetmek, onun 2000 yenilgisi dahil olmak üzere günümüze dek uzanan yönlerini görmemek, ya da bilerek saklamaktır.

Kaldı ki, 2000’lerin üzerinden de bir çeyrek asır geçti. Bu süre içinde yükselişler inişler oldu. Seka, Tekel, Metal gibi büyük işçi direnişlerinin yanı sıra savaş karşıtı eylemler, Gezi, 19 Mart gibi halk ayaklanmaları, direnişler yaşandı. Böylesi yükselişlerin ardından gerileyişler, yenilgiler de oldu. O açıdan yenilgiler tarihini 2000’le dondurmak da doğru değildir.

Dikkat edilirse bu tür yazıların ve yaklaşımların çoğu mültecilerden çıkıyor. Bu noktada mültecilerle ilgili birkaç söz söyleme ihtiyacı doğuyor.

12 Eylül’de mültecilik, her şeye rağmen kınanan bir tutumdu; “mücadele kaçkınlığı” olarak görülürdü. 2000 sonrasında ise, mülteciler durumlarını meşrulaştırmaya, normalleştirmeye giriştiler. Bu nedenle 12 Eylül sonrası mültecilerin önemli bir kısmı geri dönerken, 2000 mültecileri bulundukları yere giderek daha fazla yerleşti, kökleşti. Dahası, içinde bulundukları durumu sorun etmeden, Türkiye’ye dönük keskin ve iddialı tahliller, yazılar döşendiler. Öyle ki, tasfiyeciliğin en uç hali olan mülteciliği yaşadıkları halde, “tasfiyecilik üzerine” sayfalarca tefrika yayınlayanlar oldu. Türkiye’deki komünist ve devrimcilere, yurtdışından akıl vermeye, yön çizmeye kalktılar, kalkıyorlar…

Oysa en az çeyrek asırdır ülkeden uzak olanların, siyaseten doğru bir yön çizmeleri mümkün olmadığı gibi, bu çabaya girişmeleri ahlaken de sorunludur. Mültecilik, bırakalım oradaki düzene entegre olanları, en “devrimci” kalmaya çalışanları bile içten içe çürüten bir zemindir. Latin Amerikalı yazar Eduardo Galeone’nin söylediği gibi; “İnsan uzak topraklara sürüklendiğinde ruhu çok rüzgarda kalır. Bildik korunakları ve referans noktalarını kaybeder.”

Ruhu rüzgarda sürüklenenler, kendisini devrimcileştiren nesnel ve öznel koşullardan uzak kalanlar, emperyalizmin icazetine sığınıp “güvenli alan”larda hayatlarına devam edenler, doğru devrimci kararlar alamazlar. Sorunun kaynağı-müsebbibi olanlar, çözümün parçası olamazlar! Türkiye’deki devrimcilerin mültecilerden -ibret almak dışında- öğreneceği bir şey yoktur!

 

Yüzleşme-hesaplaşma nasıl yapılmalı?

Uzun yıllardır “yüzleşme-hesaplaşma” meselesi, burjuva liberal bir tarza büründü. Sadece ülkemizde değil, dünyada da böyle. “Yüzleşme-hesaplaşma” denilen şey, düşmanın özür dilemesine, hatta üzüntülerini bildirmesine indirgenmiş durumda. İşkence, katliam gibi insanlık-dışı suçları işleyen kişi veya ülkeler, “mağdur”lardan özür dileyerek sorunu kapatıyorlar.

Japonya’ya “atom bombası” atarak yüzbinlerce kişinin ölümüne ve sakat kalmasına neden olan ve etkileri bugün dahi hissedilen bir suçu işleyen ABD, Reagan döneminde Japonya’dan özür diledi ve ABD vatandaşı Japonlara tazminat ödemeyi kabul etti. Böylece bu suçla “yüzleşmiş” ve hesabını ödemiş oldu!

İkinci emperyalist savaş sırasında Yahudilere soykırım uygulayan Almanya ise, 1970’te başbakan Willy Brant’ın Polonya ziyareti sırasında Varşova’daki “Yahudi Anıtı” önünde diz çökmüştü! Bu olayın 50. yılında Almanya’nın cumhurbaşkanı Steinmeier de yayınladığı mesajda, Brant’ın tavrını överek, yaşanan acıları unutmayacaklarını yineledi. Almanya’nın Yahudilere “özrü”, İsrail’in Filistin halkına karşı giriştiği katliamları bile kınamamak, her koşulda İsrail’i desteklemek şeklinde devam etti.

İşkenceci katiller ordusu Naziler, güya Nürnberg Mahkemeleri’nde yargılandılar. Birçoğu savaşın bitiminde ABD tarafından kaçırıldı. (ABD’nin onlarca Nazi katilini Latin Amerika’ya kaçırdığı ve aylık bağladığı, geçtiğimiz yıllarda CIA belgelerinde açığa çıkmıştı.) Bunlardan biri de “Lyon kasabı” lakaplı işkenceci katil Gestapo subayı Klaus Barbie idi. Fransız halkının çabalarıyla 1983 yılında Barbie, Fransa’ya teslim edildi. Ardından ABD onu sakladığı için resmi bir özür yayınladı. Barbie, Fransa’da savaş suçlarından yargılandı, ömür boyu hapse mahkum edildi ve hapishanede kanserden öldü.

Barbie gibi yargılanıp ölüm cezasına çarptırılan Nazi komutanları bir elin parmaklarını geçmez. Zaten Nürnberg Mahkemesi, Nazileri Berlin’e kadar süren Sovyetler Birliği’nin çabasıyla kurulmuştu. Fransa’da da Nazi Almanyası’na karşı mücadeleyi asıl olarak Fransız Komünist Partisi yürüttü. Bu iki örnek bile, sadece direnenlerin gerçekten hesap sorabildiğini gösteriyor.

Ülkemizde ise “hesaplaşma” yerini “helalleşme”ye bırakalı çok oluyor. CHP’nin “helalleşme” çağrısından önce AKP, 12 Eylül’ü sözde yargılamak adına mecliste “Darbeleri Araştırma Komisyonu” kurmuştu. Komisyon üyeleri 12 Eylül’de Mamak Cezaevi’nin müdürü olan işkenceci katil Raci Tetik’le askeri huzur evinde görüşme yaptılar. Tetik, özür dilemek bir yana devletin verdiği görevi yerine getirdiğini söyledi gururla! Evren ve MGK üyeleri ise, komisyonun davetine icabet bile etmediler.

Başta Öcalan olmak üzere Kürt hareketi yıllarca “Hakikatleri Araştırma Komisyonu” kurulmasını istedi. Güney Afrika Cumhuriyeti örneğinden yola çıkarak bu komisyona çok büyük misyonlar biçtiler. Oysa bu komisyon, bir “iç sağaltım” aracı olmaktan, cellat ile kurbanı “barıştırmaktan” başka bir şey değildi. “Kurban”lar, başından geçen olayları anlatıyor, celladın da “özür dilemesi” bekleniyordu. Cellat “özür” dilediğinde, geçmişin acılarına sünger çekiliyor “yeni bir sayfa” açılıyordu!

Öcalan’ın ısrarına rağmen Türkiye’de böyle bir komisyon kurulmadı. Fakat 12 Eylül’le hesaplaşma parodisiyle kurulan komisyonda görüldüğü gibi dağ fare doğurdu. Hesap vermenin yerini özrün, hatta “üzüntü bildirimi”nin aldığı, hesap sormanın ise “helalleşme” ile geçiştirildiği bir yerde, demokratikleşme yönünde bile bir adım atılamayacağı pratik olarak da görüldü.

Komünist ve devrimcilerin “geçmişle hesaplaşma”dan anladığı şey, asla düşmanın özür dilemesini sağlamak, sonra da barışmak değildir. Bizzat halkın katıldığı “halk mahkemeleri”nde yargılamak ve hak ettiği cezayı vermektir. Bu işin bir yanıdır. Diğeri ise, kendisiyle hesaplaşmaktır ki, bunun adı da özeleştiridir. Ne var ki özeleştiri, devrimci hareketin unuttuğu kavramlardan biridir artık. Başkalarından özeleştiri isteyenler çoktur da, kendi hatalarının-yanlışlarının özeleştirisine yanaşan yoktur. Daha kötüsü, dün “düşman” veya siyasi rakip gördüklerine özeleştiri verenler, üzüntülerini belirtenler, yoldaşlarına-halkına özeleştiri vermekten itinayla kaçınmışlardır.

Bu yaklaşımla geçmişle ne yüzleşilir ne de hesap sorulur. Nitekim 12 Eylül başta olmak üzere yenilgilerin üzerinden yıllar geçmesine rağmen her ikisi de yapılamamıştır.

 

Tarihe nasıl bakmalıyız?

“Biz yalnız bir tek bilim tanıyoruz, o da tarih bilimidir” diyor Marks. Tarihe bakış, onu ele alış biçimi, dünya görüşünü de ortaya koyar. “Tarihsel materyalizm” anlayışıyla Marksizm, kendinden önceki ideolojilerle arasındaki farkı koymuş ve tarihi “üretici güçler” üzerinden nesnel zemine oturtmuştur.

“Tarih, her biri kendinden önce gelen kuşaklar tarafından kendisine aktarılmış olan malzemeleri, sermayeleri, üretici güçleri kullanan, farklı kuşakların ardarda gelişinden başka bir şey değildir.” (Marks, Alman İdeolojisi sf. 66, Sol yayınları)

Buna karşın üzerinde en fazla oynanan alanlardan biridir tarih. Her sınıf, siyasal akım, hatta kişiler, kendilerine göre her dönem tarihi yeniden yazarlar. O açıdan ideolojik mücadele tarihin çok önemli bir yeri vardır. “Politikanın laboratuvarı”dır tarih.

Fakat tarihi bilmekle tarih bilincine sahip olmak farklı şeylerdir. Tarih bilinci sadece bugünü anlamak açısından değil, geleceği öngörebilmek açısından elzemdir. “Dün-bugün-yarın” ilişkisini kurabilmektir. Bunun için de tarihten gereken dersleri çıkarmayı gerektirir. Yalnızca bunu başaranlar zaferin yolunu açabilirler.

Komünist ve devrimciler açısından tarih bilincinin önemi tartışılmaz. Ne var ki, son yıllarda sübjektivizm ve pragmatizm öylesine baskındır ki, kendi tarihine nesnel bir yaklaşım, yüzleşme-hesaplaşma yapılamıyor; aksine bundan özellikle kaçınılıyor.

Yenilgi dönemleri başta olmak üzere kendi tarihleriyle yüzleşmeyen, eksik ve yanlışlarını görmeyen, görse bile bunu ortaya koymaktan, özeleştiri vermekten bilinçli bir şekilde uzak duran siyasi hareketlerden ve onların liderlerden doğru bir strateji, politika ve taktik beklenebilir mi? Dahası herhangi bir konuda samimi bir tutum sergileyebilirler mi?

Gelin görün ki, 12 Eylül ve 2000 yenilgisinin müsebbibi olan siyasi hareketler ve liderler, o dönemlere dair özeleştiri vermedikleri halde, ne yazık ki, bugün hala devrimci harekete akıl veriyor, belirleyici konumda olabiliyorlar! Üstelik pişkince yeniden “tarih yazmak”tan sözediyorlar!

Tarih bilincinden yoksun kişi ve kurumlar tarih yazamazlar! Ayrıca tarih yazmak niyet beyanıyla olacak bir şey değildir. Sıcak mücadelenin içinde tekrar tekrar pişerken yazılır tarih; tasfiyeciliğin soğuk dehlizlerinde değil.

Devrimci kalmak isteyen her hareket, geçmişiyle yüzleşmeyi başarmalı ve o dönemden sorumlu olan kişileri sırtından atmasını bilmelidir. İleri doğru adım atabilmeleri bu yüklerden kurtulmalarına bağlıdır. Bu kişiler ve hareketler aşılmadan, devrimci hareketin toparlanması ve toplumsal harekete önderlik etmesi mümkün değildir. Esasında -kendileri farkında olmasalar da- toplumsal hareketin kendisi onları çoktan aşmıştır.

Yeni dönem, geçmişi ve bugünü ile devrimci kalmayı başaranların, hata ve eksiklerine özeleştirel yaklaşanların ve tabi ki, harekete yeni katılan taze kanların üzerinden yükselecektir.

 

 

Dipnotlar

(*) İhtilalci komünistler 12 Eylül’ün niteliğini, gelişinin nedenlerini, komünist ve devrimci harekete, işçi ve emekçilere saldırılarını, buna karşın 12 Eylül karşısında yaşanan teslimiyeti, devrimci örgütlerin “geri çekilme” adına panik içinde kaçışlarını, bunun tasfiyecilik olduğunu; 12 Eylül’e karşı doğru tavrın ne olması gerektiğini, küçük de olsa gelişen direnişleri, taa 12 Eylül’ün ilk aylarından itibaren yazdılar, anlattılar. 12 Eylül sonrası da çıkmayı başaran tek devrimci yayın organı Orak-Çekiç’in her sayısında bu konuları yazdılar. 12 Eylül rejimiyle ve kaçışlarını teorize eden teslimiyetçilerle ciddi bir ideolojik mücadele yürüttüler. ’84 Ölüm Orucu’nda yitirdiğimiz Mehmet Fatih Öktülmüş başta olmak üzere komünist tutsaklar, faşizmin mahkemelerinde bunları haykırdı; “yargılayan savunma”larında 12 Eylül’ün hem teşhirini, hem de ona karşı direnişi anlattılar. Keza ‘90’lı yılların başlarında çıkan “Tasfiyeciliğin son 10 yılı” broşürü dahil olmak üzere kitap ve dergilerinde 12 Eylül dönemini her yönüyle işlemeye devam ettiler. 2000’li yıllarda “Yediveren Yayınları” tarafından basılan “İlk Kurşun”, “Kutup Yıldızı”, “Bir yenilgi hastalığı: Tasfiyecilik” “Darbe, yenilgi, direniş: 12 Eylül”, “Hücreler” gibi pek çok kitapta 12 Eylül yenilgisinin nedenleri üzerine durdular. Bunlar bilinmezden gelinip “45 yıl sonra” denmesi, bilinçli bir çarpıtma olabilir ancak.

(**) 19 Aralık saldırısı ve direnişi ile 2000 yenilgisi hakkında da pek çok yazı yazıldı, tartışma yürütüldü. Bu yazı kapsamında o tartışmalara girmiyoruz. Sürecin başından sonuna dek her aşamasında yapılanları ve bizim yaklaşımımızı “Duvarlarınızın Hükmü Yok” adlı kitapta etraflıca ele almıştık. 2001 yılında Yediveren Yayınları’ndan çıkan kitapta, süreç yaşanırken alınan tavırlar ortaya konuyor. Konu hakkında ayrıntılı bilgi edinmek isteyenler bu kitaptan yararlanabilirler.

Bunlara da bakabilirsiniz

Mütevazı önderlik yönüyle ATAMAN İNCE (*)

Ekim ayı şehitlerimizden biri de Ataman”dır. Ataman İnce, 25 Ekim 1981 tarihinde işkencede katledildi. Öldüğünde …

Devrim Kartalı REMZİ BASALAK

Remzi Basalak, 1963 yılında Adana’nın Ceyhan ilçesinde doğdu. Az topraklı çiftçi bir ailenin çocuğuydu. İlkokulu …

Yoldaşcan’ın izinden yürüyen ŞABAN BUDAK

  Şaban Budak, yoksul bir ailenin çocuğu olarak 1963 yılında Niğde’de doğdu. İlkokuldan itibaren hem …