
Ekim ayı şehitlerimizden biri de Ataman”dır. Ataman İnce, 25 Ekim 1981 tarihinde işkencede katledildi. Öldüğünde 25 yaşındaydı. Fakat mücadeleye 14 yaşında atıldığı için, 10 yıllık döneme çok şey sığdırmıştı. Denizlerle aynı cezaevinde yatmıştı mesela. ‘70’lerin ortalarından itibaren yeniden yükselen devrimci hareketin içinde önder özellikler kazanarak mücadelesini sürekli büyüterek ilerlemişti. İhtilalci komünist hareketin kuruluşunda yer almış, ölünceye dek onu geliştirmek için çalışmıştı.
Adana İl Komitesi’nde görev yaptığı dönemde gözaltına alındı, orada da üzerinde çıkan sahte kimlikle direndi. Adana Kapalı Cezaevi’nden 1980 Ağustos’unda firar etti. Ardından İstanbul İl Komitesi’nde görev aldı. Kısa bir süre sonra 12 Eylül geldiğinde de faaliyetleri ara vermeden sürdürdü. En karanlık dönemde bile inancını yitirmeden, etrafına umut saçarak mücadeleye önderlik etti. 12 Eylül’den yaklaşık bir yıl sonra Kartal-Soğanlık bölgesinde yakalandı, Soğanlık Karakolu’nda yoğun işkenceler gördü. İsmini dahi kabul etmedi. Ona yapılan işkencelere tanık olanlar, sadece “ben komünistim” diye haykırdığını duydular. Ve 25 Ekim günü, o ses, o militan yürek sustu… Ama sevenlerinin, yoldaşlarının her daim hatırladıkları ve yaşattıkları biri oldu…
Bir yoldaşımızın Ataman İnce’yi anlattığı ve dergimizin Ekim 2000 tarihli sayısında yeralan yazısını kısaltarak yeniden yayınlıyoruz
* * *
Adana’nın Sedat’ı, sürme gözlüsü, İstanbul’un Kara Murat’ı ATAMAN İNCE’yi birçok özelliğiyle anlatmak mümkün. Ama her şeyden önce farklı bir yönetici ve önder özellikleriyle anlatılmalıdır. Onun o mütevazı, sessiz ama gerektiği yerde katı ve uzlaşmaz tavrı, günümüzde çok daha önem kazanmış durumdadır.
Bölgemize İl Komitesi üyesi olarak geldiğinde Ataman’la ilk karşılaşmamızdaki duygularım, şaşkınlık ve garipsemeydi. Bir defa, İK’da yeralması yönüyle oldukça gençti. (Onun henüz 14 yaşında kavgaya atıldığını bilemezdik tabi.) İkincisi, son derece sade, güleryüzlü, alçakgönüllüydü . Gençliği ve yapısal özellikleriyle akranımız gibiydi. (Adana’ya 1979 yılında yani 23 yaşında iken gelmişti.)
Onu, ilk zamanlar sadece örgütçü özellikleriyle tanımıştık. Oysa Ataman çok yönlüydü. Şehit cenazelerimizde, yasa-dışı gösterilerimizde elinde otomatik silah en önde yürürken de görecektik, yoldaşlarımızın mezarı başında kitleye çektiği ajitasyon ve silahlar havada içtirdiği devrim andıyla da. Resmi-sivil faşistlerle çatışmalarda da görecektik, oportünizmin fiili saldırılarında da. Askeri eylemlerde, cezaevi yaşamında, katliamlarda, firarlarda… O sessiz, mütevazi insanın, ne çok yetenek taşıdığını, zaman bize gösterecekti.
Kitlelere açıklık ve özeleştiri
Ataman’la birlikte geçirdiğimiz zaman arttıkça, şaşkınlık giderek büyük bir sevgiye ve saygıya dönüştü.
Bunlardan biri de o yıllarda çok moda olan farklı siyasetlerle yapılan tartışma toplantısıydı. ‘Üç Dünya Teorisi’nin (ÜDT) reddi ile başlayan ve ardından Mao Zedung Düşüncesi’nin (MZD) de reddini izleyen başını AEP’in çektiği uluslararası komünist hareketin Türkiye devrimci hareketini de sarsan baş döndürücü gelişmeler yaşanıyordu. Biz de kuruluşumuzdan itibaren başta ÜDT olmak üzere MZD’ye karşı çıkarak o güne dek kesin doğru görülen bir çok anlayışı yerle bir etmiştik. ‘Yarı-feodal, yarı sömürge’ tahlilinden ‘halk savaşı’na kadar Çin devrimi ve Mao’dan etkilenerek şabloncu bir şekilde Türkiye’ye uyarlanan teorileri eleştirerek adeta bir çığır açmıştık. Tartışma toplantısı aldığımız yapı ise, Mao’cu çizgiyi ısrarla ve en katı haliyle savunan Partizan’dı.
Toplantı, Ataman yoldaşın sorumluluk bölgesinde alınmıştı ve dolayısıyla hazırlığı da, konuşmacıları da onlar belirleyecekti.
Toplantıya güle oynaya gidildi. Bizimkiler toplantıdan üstün çıkacaklarından gayet emin ve rahattılar. O yönde espriler yapıp gülüyorlardı. Bahar aylarına girmiş olmamızdan dolayı toplantı yeri, şehrin dışında kırsal bir alanda seçilmişti. Oraya ulaştığımızda Partizan’lı arkadaşların daha önceden gelmiş olduklarını gördük. Tartışma yerlerini almış bekliyorlardı. Yine aynı bölgeden farklı siyasi hareketlere mensup devrimciler de gelmişti, dinleyici olarak.
Toplantıyı yönetecek bir kişi belirlendikten sonra (bu görev daha çok tartışma yapan gruplar dışından gelenlerden seçilirdi) toplantı başladı. İlk söz hakkı bize verildi ve sözcü konumundaki yoldaş uzunca bir giriş konuşması yaptı. Aynı şekilde Partizan’lı arkadaşlar da sözcüleri vasıtasıyla uzun uzun kitaplardan alıntılar yaparak görüşlerini kanıtlamaya çalıştılar. Toplantıya bir çok kitap da getirip, önlerine yığmışlardı. Daha önceden katladıkları bölümleri açıp açıp alıntıları oradan okuyorlardı.
Bize gelince; bölge komitemizin ve sözcümüzün gerek hazırlıkları gerekse de tartışmada sergiledikleri performans oldukça vasattı. Tartışma ilerledikçe bizimkiler gerekli yanıtları vermekte zorlanıyor, toplantı üstünlüğünü karşı tarafa kaptırıyorlardı. Bu kadar hakim olduğumuz bir konuda böyle bir tabloyu hiç beklemiyorduk. Partizancı arkadaşlar tartışmayı oldukça ciddiye almış ve iyi hazırlanmıştı. Süre ilerledikçe, sıkıntımız da artmaya başladı. Ataman yanıma geldi ve ‘konuşmak istiyorsan, söz al, konuş’ dedi.
MZD hakkında diğer siyasetlerle daha önceden de irili ufaklı bir dizi tartışma yaşamıştık. Yayın organlarımızda sayfalarca yazılmış, Maocu akımlarla polemikler yürütülmüştü. Ayrıca hemen tüm kadrolarımız Mao Zedung konusunda özel bir eğitimden geçmiş, ML temel klasikler ile Mao’nun neredeyse bütün ciltleri hatmedilmişti. Gerçi aradan bir yıla yakın bir zaman geçmişti ama bunlar öyle kısa sürede unutulacak konular değildi.
Hazırlıksız gelişin sıkıntısına rağmen liseli yılların tartışma tecrübesi ve eskiye dayanan bilgilerime güvenerek biraz da Ataman’ın cesaretlendirmesiyle söz aldım. Yoldaşların eksik bıraktığını düşündüğüm konuları açtım ve karşı tarafın ileri sürdüğü savları çürütecek görüşlerimizi ortaya koymaya çalıştım. Daha sonra Ataman da kısa bir konuşma yaptı. Durumu biraz toparlamaya çalıştı. Bu çabalarla toplantı sonuna doğru dengeyi sağlamış olduk. Sonuçta toplantı adeta bir ‘pat’ durumuyla, iki tarafın da birbirine tam üstünlük kuramadan sonlandı. Ayrıca, kavgasız gürültüsüz, el sıkışarak ayrılan bir tartışma toplantısı yapmış olmanın olumluluğu da vardı.
Geldiğimiz yoldan geri dönüyorduk. Giderken ki şenlikli hava yoktu tabii. Yine de son ataklarla durumu kurtarmış olmanın rahatlığı, sevinci vardı. Özellikle lümpen özellikleri baskın olan kimi yoldaşlar bu durumu abartıp üstün çıktığımız şeklinde konuşmaya başlayınca Ataman müdahale etti: ‘Hayır, üstün falan değildik. Karşı tarafı küçümsemenin, konuya hakimiz diye hazırlıksız gelişimizin karşılığını aldık. Daha önceki tartışmalarda üstün gelmiş olmanın rahatlığı, başarı sarhoşluğu ile hareket ettik. Bize iyi bir ders verdiler.”
İşte Ataman buydu. Büyük bir içtenlik ve açıklıkla, en geri taraftarımızın önünde çekinmeksizin özeleştiri veren alçakgönüllü bir önderdi.
Ataman’ın bu sözleri ile ortalığı derin bir sessizlik kapladı. Herkes biliyordu ki Ataman, içten içe kabul edilen ama söylemeye cesaret edilemeyen gerçeği dile getirmişti. Bu acı gerçek sindirilmeliydi önce. Havadaki ağırlığı yine Ataman’ın sesi bozdu: ‘Ama –dedi- Bunun altında kalmayacağız. Bundan sonra daha hazırlıklı olacağız ve bunun rövanşını alacağız.” Kitleyi rahatlatmıştı bu kez. Ve orada bulunan herkes gerçekten bundan sonra öyle bir toplantı yaşanmayacağını biliyor, ona inanıyordu.
Ataman’ın önderlik anlayışındaki farkı ve büyüklüğünü her olayda daha iyi anlayacaktık…
Ataman’ın büyüklük taslamak, kendini olduğundan farklı göstermek gibi bir derdi olmadı hiçbir zaman. Hak ederek bulunduğu yere gelen her yönetici gibi, olduğu gibi göründü hep. Kendine karşı da eleştireldi. Kendine güvenli bir insandı çünkü. Kadroları anlamaya çalışır, onlarla birlikte öğrenmekten en küçük bir rahatsızlık duymazdı. Ama hepsinden önemlisi, devrimin ve örgütünün kazanımını, her şeyin üzerinde görürdü. Bundan dolayıdır ki, genç yoldaşlarının kendi hakkındaki olumsuz önyargıları, yapılan haksızlıkları, olgunlukla karşılayabilmiş ve hiç hissettirmeden o yargıları ortadan kaldırmasını başarabilmiştir.
Kadroların ve örgütün önünü açan bir önderlik
Muzip gülüşünle, sevimli hallerinle bizi ziyarete geldiğin görüş kabinindeki yüzünle karşımdasın Ataman. Şaşkınlık ve sevinç çığlıklarımız arasında ‘nasıl girdin’ sorumuza, ‘bir yolunu buldum işte’ demiştin.
Cezaevine yeni girmiştim henüz. (Mart 1980) Şube sürecini anlattım ona. O dönem en uzun kalanlardandık. O yüzden ‘öldü’ haberleri yayılmıştı, yoldaşları ve tüm tanıdıkları büyük bir telaş ve endişe sarmıştı. İşkence yöntemleri üzerine konuştum. Dışarda iken bu konuda ne kadar cahil olduğumuzu ve bazı şeyleri yanlış öğrendiğimizi söyledim. ‘Mesela bir yoldaş, falakaya iki-üç yatırıldıktan sonra ayakların uyuştuğunu, hiçbir şey hissedilmediğini söylemişti. Ben de öyle olacağını bekledim. Ama tam tersi her defasında acının şiddeti daha da arttı’ dedim. ‘Ya o hiç işkence görmemiş, ya da benim ayaklarım çok farklı!’ diye ekledim. Güldük birlikte. Daha bir çok olayı dolu dizgin sıraladım. Dışarda dikkat etmemiz gereken şeyleri, ölümü yakınımda hissettiğim zamanı, o anki duygularımı… ‘Yazsana bunları’ dedi. İş yazmaya gelince geçiştirmek istedim. İşte ona anlatıyordum ya, o da diğer yoldaşlara aktarsındı. ‘Yanlış bilgilendirdikleri için başkalarına kızıyorsun, aynı durumun bir daha yaşanmasını istemiyorsan yazmalısın’ dedi.
O zamanki halimle bu tür yazıların önemini, yaratacağı etkiyi, geleceğe taşıyacağı dersleri tahmin edemezdim. Ayrıca nereden başlayıp nasıl anlatacağımı, yaşananları tam olarak nasıl ifade edeceğimi bilemiyor, bunun sıkıntısını yaşıyordum. Ama el mahkumdu artık. Yoldaşlar yazmamı istiyordu. Ne yapıp edip bu yazı çıkmalıydı.
İşkence yöntemleri kadar, papaz ve cellat rollerini, bunların etkilerini, direnişin altında yatan nedenleri o anki çıkarımlarımla ortaya sermeye çalıştım. İllegalitenin önemini yaşadığım örneklerle anlatıp, dışarıda gerek kurallar gerekse eğitim yönüyle nelere dikkat etmek gerektiğini yazdım. Tabii, böyle bir yazının çıkmasında ana sebep olan; işkence konusundaki toyluğun aşılması, deneyimlerle önceden hazırlıklı kılınması üzerinde durdum.
Yazı, önce bölgemizde bir ‘iç yazı’ olarak dağıtıldı. Sonra da Orak-Çekiç’te ‘Direnme Savaşı’ köşesinin ilk yazısı oldu. Yoldaşlar yazıda sadece ara başlıklar koymuşlardı, bir de güzel bir başlık atmışlardı:‘Asla konuşmamak, sonunda ölüm olsa dahi!’
İşkencede, cezaevinde direnen bir çok yoldaşımız yazdı bu köşeye daha sonra. Ve bu köşe, siyasi polisin, sıkıyönetim mahkemelerinin kayıtlarına geçti. ‘Kadrolarını böyle eğitip hazırlıyorlar’ diye. Gerçekten bir çok yeni, tecrübesiz yoldaşımızın direnişinde o köşede yayınlanan yazıların büyük bir etkisi oldu. Tek tek direnişlerin örgüt düzeyinde direnişe yükselmesinde iyi bir araç, önemli bir katkı sundu. Hiç şüphe yok ki, bunda ısrar ve öngörüsüyle bizleri teşvik eden Ataman gibi önder yoldaşlarımızın payı büyüktü.
“Yapmak, en iyi söyleme tarzıdır”
I.Konferans yeni yapılmıştı. Ataman da delege olarak katılmıştı. Ne yazık ki, konferanstan çok kısa bir süre sonra yakalandı. İçerde ilk karşılaşmamızda bana gözleri parlayarak konferans kararlarını anlattı. Belgelerin çıktığını ve cezaevine ulaştığını söyledi. Tabii kendinin katıldığına dair en küçük bir belirti yoktu. Bilinmemesi gereken şeyleri hissettirmek bile onun yapmayacağı bir şeydi.
Gerçek kimliği şubede açığa çıkmış olmasına rağmen hepimizden ustaca gizlemesini bildi. İsmi abisinden dolayı ünlüydü. Oportünistler daha dışarda iken sağda-solda ‘Aktan’ın kardeşi buralardaymış’ gibi gevezelikler yapmıştı.
Cezaevi anonsundan ‘Ataman İnce’ ismini duyuyorduk zaman zaman. Ama isim benzerliğine veriyorduk. Zaten Ataman da ismi okunduğunda hiç aldırış etmez, işine devam edermiş. Daha sonra kimseye hissettirmeden neden çağrıldığını öğrenir, gerekeni yaparmış.
Yoğun işkencelerden geçerek gelmişti. Zaten zayıf olan bünyesi, iyice zayıf düşmüştü.
Daha ilk geldiği gün yoldaşları onun için ayrı bir yere özel yemek hazırlayıp getiriyorlar. Ataman yemeği alıyor ve orada bulunanların şaşkın bakışları arasında çöpe döküyor. “Herkes nerede ve ne yiyorsa ben de onu yiyeceğim” diyor. O güne kadar komün yaşamında kimi ‘ayrıcalıklı’ davranışlar olduğunu biliyor Ataman. Bu kadar keskin davranışının altında bu tarza duyduğu tepki ve önünü alma çabası yatıyor. Ve gerçekten de Ataman’ın bu tavrından sonra her tür ‘ayrıcalık’ ortadan kalkıyor, hiç kimse buna cesaret dahi edemiyor.
Jose Marti’nin ‘yapmak, en iyi söyleme tarzıdır’ sözü, Ataman’ı çok iyi tanımlıyor. Çoğu kiz bir tavırla, bir hareketle çok şey anlatır ve adeta bıçak gibi keserdi.
Onun bu tarzına bir örnek daha:
’80 öncesi yıllarda devrimci saflara anti-faşist özellikleri olan çok sayıda lümpen genç de katılmıştı. Bunların içinden kendini arındıran, şehit düşenler de oldu, bu özellikleri sürdürüp kaybolup gidenler de…
Lümpen gençlerden saflarımıza giren biri, dönemin kendine özgü yanlarından dolayı hızla ileri fırlamış, yapısından daha büyük işler, sorumluluklar üstlenmişti. Herkes onun zayıflıklarını, yetersizliklerini bilir, ama öyle kabul ederdi. Yetenekleri ve o sıra yaptığı iyi işler, zayıf yanlarını kapatıyordu çünkü. Okumayı hiç sevmezdi mesela. Bildirileri okumadan dağıtan tiplerdendi. Daha vahim olanı, eski özelliklerini yeni duruma uydurarak sürdürmesiydi.
O yıllar, sivil faşistlerle mücadelenin öne çıktığı ve kıyasıya çatışmaların sürdüğü yıllardı. Tüm semtler, okullar, işyerleri devrimci ya da faşistlerin denetiminde olmak üzere ikiye ayrılmış, adeta ‘kurtarılmış bölge’ler ilan edilmişti. Ve buralarda, üstünlük kimde ise nöbet tutar, kimlik kontrolü yapar, üst aramasına kadar tam bir denetim kurardı. Bunların içinde lümpen özellikleri taşıyan genç devrimciler de vardı. Faşist olduklarından şüphelendikleri kişileri kendi tarzlarınca araştırır ve kesinleştirdiklerinde iyice döverlerdi.
Sözünü ettiğim yoldaşımız da bu tür nöbet işlerinin daimi unsurlarından biriydi. Yakaladıkları faşistleri dövdükten sonra üzerinde bulunan kalem, çakmak, yüzük vb. değerli eşyalara da ‘el koyar’dı. Oysa örgütün, -kimlik dışında- bu tür gasplara onayı yoktu. Sorumlu yoldaşlar bu tür davranışları eleştirirdi, ama ona karşı hoşgörülü davranıp es geçer, görmezden gelirlerdi. Bu yaklaşımla, onun eski özelliklerini bir şekilde sürdürmesine göz yummuş, prim vermiş olurlardı aslında. O da ‘el koyma’ların çapını giderek büyütür, zayıf ve zaaflı yönlerini adeta bir erdemmiş, ona özgü bir yetenekmiş gibi gösterirdi. Aldıklarını örgüte sunuyordu tabii. Ona göre örgütün ihtiyaçlarını karşılıyordu. Ama ‘amaçla-araç’ arasındaki ilişkiyi yanlış kuruyordu, her yolu mübah gören bir anlayış yerleşiyordu.
Ataman, onun bulunduğu bölgeye ‘sorumlu’ olarak geldiğinde Ataman’ın gençliği ve dostça yaklaşımı, bir çoğumuz gibi onu da yanıltmıştı. Ataman’la daha rahat olacağını sanıyordu. Ama bir olay, ona yanıldığını çok sarsıcı bir şekilde gösterdi.
Ataman’la olan ilk randevuların birine, elinde kocaman bir teyiple gidiyor. Ataman elindeki bu teybi görünce şaşırıyor. ‘Teyip abi, faşistlerden aldım, sana getirdim. İhtiyacın vardır, dinlersin’ gibi laflar edince, Ataman durumu anlıyor. Hiçbir şey söylemeden etrafına bakınıp kocaman bir taş buluyor ve teybin hurdasını çıkaracak şekilde taşla parçalıyor.‘Bir daha bana böyle şeylerle sakın gelme’ diyor. Teybi getiren de olaya tanıklık edenler de buz kesiyor, ama o olay gerçekten de ‘son’ oluyor. Böylece, Ataman’ı çok seven ama ondan bu tür dersler aldıkları için hata yapmamaya çok dikkat eden onlarca, yüzlerce genç devrimciler yetişiyor.
Ataman’ın 12 Eylül sonrası üstlendiği ve hakkıyla yerine getirdiği büyük sorumluluklarda, oportünizme ve faşizme karşı direnişinde, en sonu işkencehanelerde ser verip sır vermeyerek şehit düşüşünde, hiç kuşku yok ki, onun bu uzlaşmaz, kararlı yapısının rolü büyüktür.
Cezaevi, katliam, firar…
Çok yoğun ve kitlesel işkencelerin yaşandığı bir dönemdi. Sadece komünist ve devrimciler değil, kitle ilişkileri, sıradan insanların dahi işkenceye tabi tutulduğu günler… O yüzden hakkımızda birçok ayrıntılı ifade alabiliyorlardı. Bunlardan biri de Ataman’dı. Onun hakkında verilen ifadeler aramızda espri konusu bile olmuştu. Öyle ki, ayakkabı numarası kayıtlara geçmişti. Gerçek kimliği bilinmediği için bolca tip tarifi alıyorlardı. Üzerindeki ablukayı iyice arttırdılar ve bir gün yakaladılar. Kimliğini açığa çıkarmayı başarmışlardı ama ağzından tek bir kelime dahi alamadılar o zaman da.
Yine gülen gözleriyle bu kez içerde karşılaştık. Kaldığı kısa süre içinde cezaevi yaşamını düzeltme, komün hayatını kolektifleştirme, siyasal düzeyi yükseltme, yoldaşca ilişkileri oturtmada çok önemli değişiklikler yarattı.
O geldiğinde temsilciliğimizi genç bir yoldaş yapıyordu. Bir çok eksiği vardı ama varolanlar içinde en iyisi olduğu için görevlendirilmişti. Ataman’a temsilciliği sorduğumda; ‘Yoldaş yürütmeye devam etsin, inisiyatifini kırmayalım, eksiklerini de tamamlarız’ dedi. O güne kadar dışardan gelen daha ileri düzeydeki kadrolar temsilciliği üstlenirdi. Ataman bu konuda da farklı bir yaklaşımla yerinde ve doğru bir karar almış ve bize yine güzel bir örnek olmuştu.
Cezaevine gelişinden kısa bir süre sonra firar girişimi bahanesiyle idare, sivil-resmi kuvvetleri ile bir katliam yaptı. Gecenin bir yarısı bomba ve silah sesleriyle fırladık yerimizden. Tüm koğuşlarda barikatlar kuruldu. Devrimci tutsakların ellerinde tüpler, ranzalar, elektrik, her şey bir silaha dönüşmüş, amansız bir kavga başlamıştı. Bir süre sonra ‘İsmailler Ölmez!’ sloganı duyuldu. Ardından ‘İsmailler, Ahmetler Ölmez!’ Ve bu sloganlar belli zaman aralıklarıyla bir isim daha eklenerek devam ediyordu: ‘İsmailler, Ahmetler, …….Ölmez!’ Sabaha doğru, tan yeri ağarırken dörde çıkmıştı şehit sayısı…
Hepimiz bir yoldaşımızın, tanıdık bir devrimcinin ismini duyacağımız korkusuyla nefeslerimizi tutmuştuk. Ellerimiz demir parmaklara kenetlenmiş, hançerlerimizi yırtarcasına attığımız sloganlardan sesimiz kısılmıştı. Güneşin etrafı yeni yeni aydınlatmaya başladığı, evlerinde işçilerin, emekçilerin, öğrencilerin işe-okula gitmek için kalkacağı saatlerde bir ses yardı ortalığı: “HALKIMIZ UYANIN FAŞİST KATLİAM VAR!” (*)
Ataman’ın sesi miydi, biz mi öyle sanmıştık. Ama bütün gücünü toplayarak haykıran bu ses, cezaevi çevresindeki gecekondulara, oradan şehrin diğer varoşlarına, fabrikalarına, okullarına ulaştı. Tüm şehirde yankılandı. Dışarda dağıtılan bildirilerin başlığı oldu. İşçiler şalterleri indirip cezaevine aktı. Tüm engellemelere rağmen demir kapıları kırarak bizlerle görüşmeyi başardılar.
Dört devrimci firar etmiş, dört devrimci de şehit düşmüştü. Ve tüm devrimci tutsaklar şehitlerinin başı üzerine yemin ettiler: Bu duvarları mutlaka aşacak ve onların idealleri için savaşmaya devam edeceklerdi. Çok değil üç-dört ay gibi kısa bir sürede 10’dan fazla devrimci cezaevi duvarlarını aşıp sıcak mücadelenin içine atıldılar. Bunlardan biri de Ataman’dı. Çıktığı gün görüşümüze gelen bir yoldaş, ‘özgürlükten selam’ını iletti bize. Onun sağ-salim dışarda olduğunu öğrenmek, güzel selamı almak yüreğimizi sevinçle, gözlerimizi yaşla doldurdu. Başarmıştık! İdarenin, devletin ruhu bile duymamıştı. (Bu toplu firarlar, aylar sonra açığa çıkacaktı.)
Ondan aldığım son haberdi bu. ‘Özgürlük’ten selam’ını aldıktan bir yıl sonra ölüm haberini alacağımızı nereden bilebilirdim.
Deniz’lerden Ataman’a…
Onu son görenlerin aklında kalan tek şey; yüzünün çok şiş olduğu, tanınmaz hale getirildiği ve ‘ben komünistim’ haykırışıdır. 14 yaşında kavgaya atılan Diyarbakır’lı bu Kürt delikanlısı, ’81 Ekim’inde daha 25 yaşında genç bir fidan iken şehit düştü. Ama bu on yıllık mücadele yaşamına o kadar çok şey sığdırdı, çıraklıktan ustalığa o kadar hızlı koştu ki, devrimin hem sade bir neferi, emekçisi, hem de önderi olmayı başardı.
Deniz Gezmiş ve o dönemin devrimcileri ile geçen kısacık süre, onun için çok değerli ve geleceğinde önemli yer tutan bir zaman dilimiydi. Onlardan her zaman büyük bir hayranlık ve sevgiyle bahseder ve adlarının geçtiği her yerde, bu saygı ve sevgi, gözlerinin parlayışından fark edilirdi
‘Cezaevinin maskotu gibiydim’ diye anlatmıştı, 15 yaşında Deniz’lerle Mamak’ta geçen anılarını. Futbol maçlarının değişmez oyuncusu olduğunu, herkesin kendi takımına almaya çalıştıklarını ama Deniz’in onu hep kendi takımına aldığından biraz da gururlanarak sözederdi. “Kimi geceler Deniz’in sesiyle irkilirdik. Deniz, hücresinden o gür sesiyle ‘Bir baba hindi’ tekerlemesine başlar ve ‘Erim’e de bindi’ ile bitirirdi”. (Nihat Erim, 12 Mart yarı-askeri faşist diktatörlüğün başbakanıydı ve Deniz’ler onun döneminde asıldı.) İlk andaki şaşkınlık, yerini gevşemeye bırakır ve hepimizi kahkahalara boğardı.” Zaten Deniz’den hep çok espritüel, hayat dolu bir insan olarak bahsetmiştir. Deniz’den ve o dönemki devrimcilerden çok etkilendiği belliydi. Ataman, ’71 devrimcilerinin militan ve ihtilalci özelliklerini, aynı zamanda duygu yüklü, insansal yanlarını, sadeliklerini almış, o özellikleri yeni dönemin gerekleriyle birleştirerek kendine maletmişti.
Geçmişinden, çocukluğundan gülerek ve sevecenlikle söz ederdi hep. Daha çocuk denecek yaşta kavgaya atılmasından dolayı annesinin kaygısını sevgiyle anımsardı. “Annemi üzmemek için, bir süre ne yaptığımı gizlemeye çalıştım. Ama eve her gece yorgun geliyor ve kendimi yatağa atıyordum. Böyle gecelerden birinde ‘faşizme, emperyalizme, sosyal-emperyalizme karşı’ diye sayıklamaya başlamışım. Gündüz yaptığımız dergi satışlarını rüyamda görüyormuşum demek. Sabah kalktığımda, annem; ‘oğlum, sana gazete mi sattırıyorlar yoksa, paran yetmiyorsa daha fazla vereyim’ diyerek cebime para sıkıştırmaya çalışmasın mı? Ne yapacağımı şaşırdım. Annem, gerçekten para kazanmak için sattığımı düşünüyordu.”
Onun devrimci olmasında abilerinin, özellikle de Aktan İnce’nin önemli bir yeri olduğu tartışma götürmez. Ataman, Aktan’ın kardeşi ya da bir yakını olduğunu hissettirmeden, ondan övgüyle söz ederdi. Abisi, yoldaşı, önderiydi O. Ve bir döneme damgasını vuran karizmasıyla bir çok devrimci gibi Ataman’ı da fazlasıyla etkilemişti. Böylesine bağlandığı ve yaşamında çok önemli bir yeri olan abisinin gerilemesi ve 12 Eylül sonrası kopmasından sonra, gereken tavrı almakta hiç tereddüt etmedi.
Onu büyük kılan özelliklerden biri de, her kritik dönemeçte gösterdiği net ve kesin tavırlar olmuştur. O, faşist ve oportünist saldırılara karşı militanca savaştığı kadar, grup-çevre özelliklerine, kariyerist-bürokrat önderlik tarzına da cepheden tavır koymasını bilmiştir. O, kişileri değil, örgütü ve devrimi hep ön planda tutmuş, yönünü ona göre belirlemiştir. İsmail Cüneyt, Sezai Ekinci gibi Ataman da örgüt bilinci ve kültürünün gelişmesi, grup-çevre alışkanlıklarından arınması için yoğun çaba sarfeden genç önderlerimizdendi. Kısa ama dolu dolu geçen onurlu yaşamında örgüt-içi mücadelesi de bir o kadar tavizsiz ve net olmuştur. Bu yönüyle de örnektir.
“ATO ölmüş!”
12 Eylül sonrası, kaçkınlığın ve teslimiyetin diz boyu olduğu bir dönemde İstanbul’da arşınlamadığı yer yoktur Ataman’ın. O, sadece kendi örgütlülüğünü ayakta tutmak ve geliştirmekle kalmıyor, tasfiyeci örgütlerin yüzüstü bıraktığı devrimci unsurları toparlamaya, devrim cephesini güçlendirmeye çalışıyordu. O dönem, farklı yapılardan bir çok insanı kazanmayı, devrimci kalmasını başarmıştır. 12 Eylül sonrası faaliyetlerimizin kesintisiz sürmesinde, işçi ve emekçilerin en küçük tepkisinin örgütlenmesinde Ataman’ın büyük emeği vardır. O yüzden de faşist cuntanın hedefe çaktığı komünist ve devrimcilerden biri olmuştur. Cuntadan çok kısa bir süre önce cezaevinden firar etmiş olması, onu aynı zamanda ‘firariler’ listesine sokmuş, daha ciddi aranır yapmıştı.
Onun ölümü, içerde-dışarda tüm yoldaşlarının bağrına bir bıçak gibi saplandı.
‘ATO ölmüş!’ Onu tanıyan yoldaşlarının ATO’suydu o. Ama bu iki kelime, söyleyenin de duyanların da inanamadıkları, inanmak istemedikleri bir şeydi.
Dalga dalga yayıldı kötü haber. Ve yine dört duvar arasında iken bize ulaştı. ‘Ataman İnce diye bir yoldaşımızı işkencede katletmişler’ dedi bir yoldaş, avukat görüşünden geldiğinde. ‘ATAMAN!’ Onu tanıyor muyduk, hiç karşılaşmış mıydık? Bu bizim, hepimizin dostu, can yoldaşı, abisi Sedat mıydı yoksa? O olabilir miydi, O muydu? Hayır! Olmamalıydı!
Bu kez “öldüğü kesin miymiş, bir yanlışlık olamaz mı, belki hastahane, belki….’ Çırpınışlarımız boşunaydı. İnanmak, inanabilmek gerçekten çok zordu.
‘Kesin’ dediler. ‘İşkenceciler hakkında dava açılmış’ dediler, ‘Tümerkülözden öldüğüne dair düzmece bir rapor hazırlamışlar’ dediler… Daha çok şey söylediler…
Yoldaşlarımız Ataman’ın hesabını soracağını her yerde haykırdı. İşin peşini bırakmadılar. Bir yandan hukuksal cephede yapılması gereken ne varsa seferber edildi. Öte yandan Ataman’ı katleden işkencecilerin isimleri her yere yazılıp teşhir edildi. Her mahkeme duruşması, Ataman hakkında yapılan suç duyurusu, işkencecilere karşı kin ve öfkenin haykırıldığı kürsüler yapıldı. Dışarda, İsmail Cüneyt’in önderliğinde her yere Ataman’ın adı yazıldı. Yoldaşlar o en karanlık günlerde faaliyetlerini iki katına çıkararak çalıştılar. Ajitasyon-propaganda faaliyetleri kadar eylemsel olarak da çalışmaların düzeyini arttırdılar….
Sen hep bizimlesin ATAMAN! Faşizme, oportünizme ve her türden gericiliğe karşı birlikte savaşıyoruz. Yine senden güç alıyor, gösterdiğin, öğrettiğin özelliklerinle donanarak ve yeni Atamanlar yaratarak, kavganı,/kavgamızı sürdürüyoruz. Sen rahat uyu!
(*) ’80 Haziran’ında Adana Kapalı Cezaevi’nde gerçekleşen firar ve ardından yapılan katliamda ismini hatırladığım İsmail Şahin ve 14 yaşındaki Ahmet’le birlikte dört devrimci şehit düşmüştü. Firarilerden biri olan Mustafa Özenç ise, dört-beş ay gibi kısa bir süre sonra çatışarak yakalanacak ve yine Adana Cezaevi’nin avlusunda asılacaktı. 26 Ekim’de Serdar Soyergin, Aralık ayında ise Mustafa Özenç aynı yerde asılarak şehitler kervanına katıldılar. Onlar, Deniz’lerin darağaçlarındaki boyuneğmez mirasını sürdürdüler. Sloganlarla, marşlarla uğurlandılar ve sandalyelerine tekmeyi kendileri vurdular. Adana cezaevinde katledilen dört devrimciyi, Serdar Soyergin, Mustafa Özenç ve idam sehpalarında yiğitçe şehit düşenleri bir kez daha saygıyla anıyoruz.
PDD – Proleter Devrimci Duruş Devrimler Tarihin Lokomotifidir