Ormanlar, meralar, zeytinlikler yokoluyor! DOĞANIN VE İNSANLIĞIN KURTULUŞU İÇİN…

“Onlar umudun düşmanıdır sevgilim / Akarsuyun, meyve çağında ağacın, / serpilip gelişen hayatın düşmanı…” diye başlıyor Nazım Hikmet “Düşman” şiirinin ilk dizelerine…

Egemen sınıfların doğaya, insana, hayata düşmanlığı yeni değil. Ama son dönemde öylesine hoyrat ve çıplak bir hal aldı ki, “zücaciye dükkanına giren fil” misali her tarafı yıkıp geçiyor. Emperyalist ve işbirlikçi tekellerin kar hırsı, ne orman bırakıyor, ne dere, ne dağ… Kar getireceğini düşündüğü her şeye azgınca saldırıyor.

Her yaz ormanlarımız yanıyor cayır cayır… Ormanlarla birlikte orada yaşayan hayvanlar, börtü-böcek de yanıyor, kül oluyor. Sadece bitkiler ve hayvanlar değil, insanlarımız da yanarak ölüyor artık bu yangınlarda.

İzmir-Ödemiş’teki orman yangınında iki işçi öldü önce. 23 Temmuz günü ise, 5 orman işçisi ile 5 AKUT görevlisi, Eskişehir-Seyitgazi’de çıkan yangını söndürme çalışmaları sırasında öldüler. Birçok işçi de yaralı olarak hastaneye kaldırıldı.

Ve yine resmi ağızlardan bildik sözler duyuldu; ailelere başsağlığı dilediler, soruşturmanın hemen başlatıldığını, gereken önlemlerin alındığını söylediler vb… Yangınlar da, ölümler de hep iklimsel değişikliklere, insan ihmallerine bağlandı. Mevsim normallerinin üzerine çıkan sıcaklar, ters esen rüzgarlar, sigara atan piknikçiler vb… İki “günah keçisi” bulup tutukladılar da…

Gerçek suçluların bunlar olmadığını herkes biliyor oysa. Üstelik sadece ormanların değil, dağın-taşın, bağın-bahçenin, derelerin nasıl talan edildiğini bizzat kendi gözleriyle görüyor, yaşıyorlar.

“Süper talan yasası” adı verilen son yasal düzenleme, zeytinlikler başta olmak üzere tüm ülke topraklarını maden şirketlerinin önüne sunuyor adeta altın bir tepsi içinde… Önlerindeki ufak-tefek engelleri de kaldırarak dikensiz bir gül bahçesi haline getiriyor.

Köylülerin günlerce süren eylemlerine, toplumsal tepkiye, hatta muhalif milletvekillerinin meclisteki kürsü işgaline rağmen, AKP-MHP milletvekillerinin meclis kapanmadan canhıraş biçimde yasayı geçirmeye çalışmaları, Erdoğan yönetiminin emperyalist tekellere nasıl sözler verdiğini de ortaya koyuyor.

 

Ormanlar yakılıyor

Son yıllarda her yaz orman yangını yaşıyoruz. Ve ormanlarımız göz göre göre yokoluyor…

2023 yılında 2 bin 250 orman yangını yaşanmış, 15 bin 520 hektar orman kül olmuş. 2024’te yangın sayısı 3 bin 800’e çıkmış, yanan ormanların genişliği ise 27 bin hektarı bulmuş.

Bu yıl ise, biri bitmeden diğerinin başladığı ve ülkenin dört bir yanını saran orman yangınlarıyla karşı karşıyayız. Temmuz ayı itibarıyla bugüne kadar 2 bin 908 orman yangını çıkmış ve genişliği 10 bin hektarı bulmuş. Ama yaz ayları daha bitmedi, bu yılın geçen yılı geçebileceğini söyleniyor.

Ormanlarımız neden yanıyor?

Aslında yanıtları belli. Neredeyse her yıl bunlar üzerine konuşuluyor, yazılıyor. Ama hiçbiri çözülmediği gibi daha da depreştiğine tanıklık ediyoruz.

En başta Orman Genel Müdürlüğü’ndeki personel eksikliği devam ediyor. 80 bin olması gerekirken, 40 bin kişi çalışıyor ve bu açık, mevsimlik işçilerle doldurulmaya çalışılıyor. Onlara da gereken eğitimin verilmediğini, hatta eğitim kamplarının kapatıldığını öğreniyoruz. Personel yetersizliği nedeniyle işçiler ülkenin her yerindeki yangınlara koşmak zorunda kalıyorlar. Çok düşük ücretle, yetersiz teçhizatla, 24 saat çalıştırılıyorlar. Nitekim yangında ölen işçilerin arasında farklı illerden gelenler vardı. Üstelik bu işçiler günlük 53 TL’ye çalıştırılıyor. Yanlış okumadınız 53 TL! Eskişehir’de ölen işçilerden birinin son mesajı, ücretlerin arttırılması üzerineydi. Ayrıca aşırı yorgunluktan dolayı herhangi bir kaza çıktığında, bunun masrafı da işçiden kesiliyor!

Yangınların çoğu (eğer kasıtlı bir yakma eylemi yoksa) bakımı yapılmayan elektrik tellerinden çıkan kıvılcımlardan kaynaklanıyor. Özelleştirilen elektrik şirketleri yıllardır bu telleri onarmıyor; ama ne uyaran var, ne de denetim. Onlar karlarına bakıyorlar. Ayrıca elektrik tellerinin geçtiği yolların her yaz mevsimi öncesinde çalılıklardan temizlenmesi gerekiyor. Bazı yangınların bu çalılıklardan çıktığı tespit edilmiş durumda. Fakat şirketler bu işlerin hepsine “maliyet” gözüyle bakıyorlar ve yerine getirmiyorlar. Güya özelleştirme ihalelerinde “bakım-onarım yapma”, “altyapıyı yenileme” gibi zorunluluklar var. Ama bunları yerine getirmediklerinde hiçbir yaptırımla karşılaşmadıkları için, aynı şekilde devam ediyorlar.

Daha önemlisi orman yangınları söndürülmüyor, önüne fiziki bir engel çıkana kadar yanmaya devam ediyor. Çünkü bu yangınlara hala helikopter ile müdahale ediliyor. Yangın söndürme uçakları son derece yetersiz.

Bugün dünyanın hiçbir yerinde orman yangınlarında helikopter kullanılmıyor artık. Uçaklar bir defada 5 ton su boşaltıp 90 futbol sahası büyüklüğünde bir alana etki edebiliyor; helikopterler 1,5-2 ton su taşıyabiliyor ve etki alanı 5-10 futbol sahası büyüklüğünü geçmiyor. Üstelik helikopterlerin pervanesinin yarattığı rüzgar, özellikle çam ormanlarında yanan kozalakların çok uzaklara savrulmasına neden oluyor, yani helikopter kullanmak yangını büyütüyor. Buna rağmen Türkiye’de hala, orman yangınlarıyla mücadelede ağırlıklı olarak helikopter kullanılıyor. Ellerindeki araç dökümü şöyle: 105 helikopter, 27 uçak, 14 İHA, 6 bin civarında arazöz ve yüzlerce kara aracı…

Daha önce Türk Hava Kurumu’na (THK) bağlı yangın söndürme uçakları kullanılıyordu. 2019 yılında Orman Bakanlığı THK ile sözleşmesini yenilemedi; buna karşın uluslararası helikopter şirketleriyle kiralama anlaşmaları imzaladı. Anlaşmaya göre, tıpkı otoyol geçiş garantisi, şehir hastanesinde hasta garantisi gibi, “uçuş garantisi” verilmiş. Helikopterlerin görev yaptığı her saat için para veriliyor. Yani yangınların büyümesi, helikopterlerin sahibi özel şirketlerin daha fazla para kazanması anlamına geliyor. 

Bütün bu gerçekler ortadayken hala “ihmalkarlık”tan dem vurulması, suçun “piknikçiler”e atılması, insan aklıyla dalga geçmektir. Orman mühendisleri “önleyici tedbirlerle” bu yangınların en az yarısının hiç başlamadan önlenebileceğini söylüyorlar. “Son 10-15 yılda enerji hatları, maden işletmeleri, üniversiteler, hastaneler, hayvan bakım, rehabilitasyon merkezleri, enerji tesisleri yangınların en büyük nedeni haline geldi. Orman içinden üç ayrı enerji hattı aynı yerden geçiyor. Bu hatlar ya sınırlandırılmalı, yahut da bakımları çok sık gerçekleştirilmeli. Denetimler doğru yapılmalı. Orman Genel Müdürlüğü’nün ciddi personel eksiği var. Motivasyon düşük…” 

Bütün bu sorunların neden çözülmediği açık değil mi?

Yangınların büyümesi helikopter şirketlerine para kazandırıyor, bu şirketlere ihale veren bakanlık kazanıyor, bakanlığın kazandığı paradan payını alanlar kazanıyor… Daha önemlisi; yanan ormanlardan açılan araziler inşaat şirketlerine ya da maden şirketlerine veriliyor, onlar kazanıyor…

Bugüne kadar yakılan ormanların kısa sürede inşaat ve maden şirketlerine verilmesi, ormanların ya kasıtlı yakıldığının ya da yakılmasına seyirci kalındığının, dahası söndürülmek istenmediğinin en önemli kanıtı değil mi?

 

“Süper talan yasası” 

AKP hükümetleri, yıllardır hak gasplarını, yeni saldırı planlarını “torba yasası” adı altında bir “torba”nın içine atarak yasalaştırdı. 19 Temmuz’da buna bir yenisi daha eklendi. Ancak bu “torba yasa” önceki saldırılarını katlayan bir talan içeriyordu. Onun için “süper talan yasası” olarak adlandırıldı.

Yangından mal kaçırır gibi meclisten geçirilen “süper talan yasası”na göre, başta zeytinlikler olmak üzere ülkenin yaşamsal kaynaklarına el koyulacak. Tarım alanları, meralar, su kaynakları, ormanlar “kamu yararı” denilerek emperyalist tekellere sunulacak. 

“Stratejik ve kritik” olarak tanımladıkları madenler için, devlet “acele kamulaştırma” çıkaracak. Bir madenin “stratejik ve kritik” olmasına da Sanayi ve Ticaret ile Savunma Bakanlığı karar verecek. Bu da bu bakanlıklarla anlaşan maden tekellerinin rahatlıkla “acele kamulaştırma” kararı çıkartabileceğini, özel veya kamuya ait farketmeksizin her alanı maden sahasına çevirebileceğini ortaya koyuyor.

Diğer yandan Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) süreciyle ilgili kamu kurumları üç ay içinde görüş bildirmezler ise, madencilik faaliyetine “izin verilmiş” sayılacak. Oysa bu tekellere ruhsat verilmeden önce maden ocağının kurulması planlanan orman, tarım alanı, imarlı alana göre gereken izinlerin alınmış olması ve ÇED yapılması gerekiyordu. Şimdi onay ya da ret çıkmasa bile izin verilmiş sayılacak. Böylece toplumsal baskıdan dolayı ÇED raporu geciken maden tekellerinin önündeki bu engel de kaldırılmış olacak.

Bununla da kalmıyor. Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü (MAPEG) diye oluşturdukları kuruma, devlet ormanlarında faaliyet yürütmesi için 24 aya kadar bedelsiz izin verilebilecek. Bu alanlarda orman izni alınmışsa, ÇED sürecinde ayrıca görüş alınması gerekmeyecek.

Yine bu yasa ile birlikte 2024 yılı öncesinde ruhsatsız yapılmış enerji ve maden tesisleri yasal hale getiriliyor. Bir kez daha kaçak yapılaşma ödüllendiriliyor.

Kısacası her yolla maden tekellerinin önü düzleniyor. İstedikleri yerde maden arayabilecekler. Arazi sahiplerine ya başka yerde arazi verilecek, ya da belli bir tazminat karşılığında arazisine el koyulacak. Sözkonusu arazi bir zeytinlikse, zeytinlerin bedeli hariç toprağın ücreti ödenerek zeytinlerin başka bir araziye ekileceği söyleniyor. Eğer sökülmesi mümkün değilse o büyüklükte bir zeytinlik oluşturulması öngörülüyor.

Elbette bütün bunlar gelen tepkileri yatıştırmaya, gözboyamaya dönük sözler. Çünkü yıllarca toprağa kök salmış zeytin ağaçlarının sökülüp başka yerde aynı şekilde varlığını sürdürmesi mümkün değil. Ki bu yüzyıllık zeytin ağaçlarının katledilmesi anlamına geliyor. Uzmanlar, zeytinin stratejik bir tarım ürünü olduğu, maden şirketleri için yokedilmesinin kabul edilemezliğini vurguluyorlar.

Eskiden istisnai başvurulan ve birçok koşul aranan “acele kamulaştırma” şimdi deprem bölgesi başta olmak üzere her yerde karşımıza çıkıyor. Hem de öylesine hızlandırılmış ki, mülk sahibinin haberi bile olmadan Cumhurbaşkanı kararıyla resmi gazetede yayınlanması yetiyor. Mülk sahibinin bunu farkedip mahkemeye durdurma kararı açmasını da engellemiş oluyorlar. O sırada tekeller faaliyetlerine başlıyor bile. Böylesine bir gasp tezgahı işliyor. Mülksüzleştirilen kesimler göç etmek zorunda bırakılıyor. Bu yasayla birlikte kırsal alandaki göçün daha da artacağını tahmin etmek zor değil.

Kapitalizmin en kutsal saydığı “mülkiyet hakkı” bile ortadan kaldırılıyor. Küçük mülk sahiplerinin mallarına devlet zoruyla el koyulup tekellerin hizmetine sunuluyor. Genel olarak emperyalist tekeller -özelde maden tekelleri- Erdoğan yönetimi üzerinde tam bir tahakküm kurmuşlar. Erdoğan yönetimi de onların talanlarına yasal kılıf geçirme misyonunu yerine getiriyor.

Yasanın mecliste konuşulduğu dönemde, Akbelen’de kömür için ormanı katleden Limak-İC ortaklığının Maliye Bakanlığı’na yazdığı bir mektup ortaya çıktı. Mektupta, Zeytincilik Kanunu’nu geçersiz kılacak bir düzenleme yapılması, aleyhlerindeki davaların kapatılması isteniyor, “yoksa şalteri kapatırız” diyerek tehdit ediliyordu. Ayrıca AKP’li birçok milletvekilinin de maden şirketi veya bu şirketlerle ortaklığı bulunduğu öğrenildi.

AKP’li vekillerin sahip olduğu şirketlerin veya AKP döneminde palazlanan maden ve enerji şirketlerinin arkasında emperyalist tekellerin olduğunu asla gözden kaçırmamak gerekir. En büyük lokmayı bu tekeller yiyorlar, işbirlikçilerine ve onların memurlarına da kırıntılar düşüyor.

Sonuçta AKP kendisini bu tekellere öylesine bağlamış ki, yasaya karşı oluşan büyük tepkiye rağmen meclisten geçirdiler. Başta Ege köylüleri olmak üzere çok geniş bir kesim bu yasaya karşı günlerce eylemler yaptı. Yasanın meclisten geçirileceği günlerde Ankara’da bir parkta nöbet beklediler. Fakat sadece köylüler değil, her meslekten insan, bu doğa katliamını önlemek için tepkisini ortaya koydu.

Öne çıkan zeytinlikler olmakla birlikte, bu yasa ile birlikte sadece zeytinlikler yok olmuyor. Türkiye’de maden çıkarılma ve ayrıştırma işleminde temiz suyu kaynaklarının yüzde 13’ten fazlasının harcandığı tespit edilmiş durumda. Madenlerin su kaynaklarını kirlettiği ve yok ettiği somut olarak yaşanıyor. Bu projeler arttıkça temiz su sıkıntısı yaşanacağı söyleniyor.

Aslında yaşanıyor da. Konya’daki yeraltı sularının çekilmesiyle oluşan obrukların sayısı 1000’i aşmış. Karadeniz’de HES adlı elektrik santralları yapılarak Karadeniz’in dereleri kurutuldu. Ege Bölgesi susuz kaldı. Hatay’da Temmuz ayında sadece 60 günlük su kaldığı bildirildi. “Su zengini” iken “su yoksulu” olduk. Bunun da ne kuraklıkla ne de israfla ilgisi var. Hala insanlara az su kullanmaları tavsiye ediliyor. Bir maden şirketinin ne kadar temiz suyu kirlettiği gizleniyor.

“Bu yasa yalnızca doğayı değil; geçimlik tarımı, kırsal ekonomiyi, halk sağlığını, bilimsel özerkliği, kamu planlamasını ve toplumsal adaleti de tehdit etmektedir” diyen kitle örgütleri, yaptıkları açıklamada, “doğa meta değildir, yaşam alanımızdır” sloganıyla, kapitalizmin doğayı da meta haline getirmesine karşı çıktılar. Bu yasanın hem ülke içindeki pek çok yasaya hem de uluslararası anlaşmalara aykırı olduğunu söylediler.

Yanısıra arkeologlar da bu yasaya karşı açıklamalar yaptı. Çünkü bu yasayla SİT alanları, kültürel miraslar da yok olmakla karşı karşıya. Türkiye Arkeologlar Derneği, “maden ve enerji sahasında kültür varlığının tespitini kimin yapacağının belirtilmediği”ni söyledi. Eskiden kazı masraflarını maden tekelleri karşılamak zorundaymış. Şimdi Kültür Bakanlığı’nın karşılaması gerekiyor, ancak sınırlı bütçesiyle bakanlığın buna girişmeyeceğini belirtiyorlar. Böylece tekellerin üzerinden bir “maliyet yükü” daha azaltılmakla kalmıyor, asıl olarak “arkeolojik” çalışmanın önü kapatılıyor, tekellere alabildiğince rahat çalışma ortamı sağlanıyor.

Erdoğan, Marmaray çalışmaları sırasında “üç-beş çanak için bizi oyalıyorlar” diyerek hem cehaletini, hem de kapitalizmin kar hırsını ortaya koymuştu. Onların gözünde bilimsel çalışma, kar getirmiyorsa önemsizdir, anlamsızdır! “Süper talan yasası” ile tekelleri “oyalayacak”, zaman kaybettirecek ne varsa, hepsini düşünüp “yol temizliği” yapmışlar! Maden tekellerinin diledikleri araziye el koyabilecekleri, istedikleri yerde faaliyet yürütebilecekleri şekilde bir yasal düzenlemeyi hazırlamışlar.

Meclisten geçen bu yasa Erdoğan’ın imzalayıp Resmi Gazete’de yayınlanmasıyla birlikte yürürlüğe girecek.

 

Doymak bilmez kar hırsı

Emperyalist kapitalizmin doymak bilmez kar hırsı, her geçen gün daha yıkıcı sonuçlarıyla karşımıza çıkıyor. Yaşanan iklim krizi de bu kar hırsından doğuyor. Doğa olaylarının bir felakete dönüşmesi, kuraklığın-çölleşmenin artması, sağlıklı gıdaya ulaşılamaz hale gelmesi ve daha sayabileceğimiz pek çok yaşamsal sorun, kapitalizmin azami kar dürtüsünün sonuçlarıdır.

Doymak bilmez kar hırsıyla sadece işçileri sömürmekle kalmıyorlar, doğayı da talan ediyorlar. Doğanın kaynakları ise sınırlı. Nitekim o sınıra gelip dayandı. 1970-2020 aralığında doğadan çekilen kaynağın ikiye katlandığı, böyle giderse 2060 yılında üçe katlanacağı tahmin ediliyor. Doğanın ürettiği kaynaktan daha fazlası tüketiliyor, heba ediliyor artık. 2024 yılı için “limit aşımı”nın Ağustos’a dayandığı, dolayısıyla bir yıllık doğa kaynağının 8 ayda bitirildiği ve beş ay doğaya borçlu kalındığı ortaya çıktı. Elbette bu durum “sürdürülebilir” değil!…

Türkiye gibi emperyalizme bağımlı ülkeler, bu talan ve yağmadan daha fazla nasibini alıyor. TC’nin kuruluşundan itibaren ele alındığında, 1923’ten 2003’e kadar geçen sürede 1186 adet maden arama ruhsatı verilmişken, 2008’den 2023’e kadar geçen 15 yılda çoğu emperyalist tekellere ait olmak üzere toplam 386 bin maden arama ruhsatı verilmiş. Bunların 51 ilde ve 195 bin 222 futbol sahası büyüklüğünde olduğu saptanmış. Son yasa ile bu oranların ikiye-üçe katlanacağını öngörmek zor değil.

“Süper talan yasası”nın mecliste görüşüldüğü sıralarda ülkenin her yanında ormanların yanması ve bu yangınların söndürülmemesi de tesadüf olmasa gerek. Zaten 13 Aralık 2023 tarihinde yine Cumhurbaşkanı kararıyla, Antalya, Balıkesir, İstanbul, İzmir, Kütahya, Manisa, Muğla, Mersin, Sivas, Trabzon ve Yozgat olmak üzere 11 ilde toplam 1 milyon 41 bin 980 metrekarelik alan orman sınırı dışına çıkarılmıştı. Ya bu tür kanunlarda “orman vasfını yitirmiş” denilerek veya yangınlara göz yumularak Türkiye’de ormanlar yokediliyor. Maden ve inşaat tekellerine, turizm şirketlerine alan açılıyor.

Ormanların, zeytinliklerin, meraların, derelerin yok olması “ekosistem”in tamamen değişmesi anlamına geliyor. Tüm canlıların hayat damarları kesiliyor.

“Büyük insanlık” kendisiyle birlikte hayvanların, bitkilerin, tüm canlıların hayat hakkı için mücadele ediyor. Aksi halde emperyalist kapitalizm, bu dünyayı yaşanmaz kılacak ve tümden bitirecek.

* * *

Nazım Hikmet “düşman” şiirini şu dizelerle sonluyor: “Sana düşman, bana düşman / düşünen insana düşman / Vatan ki, bu insanların evidir sevdiğim / Onlar vatana düşman…”

Vatana, doğaya, insana düşman bu sistemi alt etmeden, nefes alıp vermenin bile zorlaştığı günlere evriliyoruz! Doğa ve insan katillerini bu topraklardan ve tüm yeryüzünden silip atmadıkça, yaşam alanlarımızın gün be gün daralacak.

O yüzden “doğanın ve insanlığın kurtuluşu için sosyalizm” diyoruz. İşçi sınıfının önderliğinde ezilen sömürülen tüm kesimlerle birlikte devrim için mücadele ediyoruz.

Ölüm dünyamıza inmeden yıldızlara hayatı götürmek, yani devrim ve sosyalizm mücadelesini zaferle taçlandırmak için, her aşamada mücadele etmekten başka seçeneğimiz yok!

Bunlara da bakabilirsiniz

Nepal’de halk ayaklanması

Nepal’de hükümetin artan yolsuzlukları ve sosyal medya platformlarını engellemesinin ardından patlayan kitle öfkesi, ayaklanmaya dönüştü.  …

Paris’te Yılmaz Güney anması yapıldı

Yılmaz Güney, ölümünün 41.  yıldönümünde Paris’teki mezarı başında anıldı. Devrimci demokrat kurumların çağrısıyla yapılan anma, …

YILMAZ GÜNEY: Sanatçı, devrimci, özgürlük simgesi…

Bugün, devrimci Kürt sanatçı Yılmaz Güney’i mezarı başında andık. 41 yıl önce çok genç yaşta …