Haftalık tatile de göz dikildi: DİNLENME HAKKI, İNSAN HAKKIDIR!

Turizm sektöründe çalışan işçilerin haftalık tatil hakkı, 9 Temmuz günü Meclis Genel Kurulu’nda kabul edilen bir maddeyle gaspedildi. Resmi olarak “6 gün çalışma 1 gün tatil” olan izin hakkı, yeni yasa ile “10 gün çalışma 1 gün tatil” olarak değiştirildi.

Yeni düzenleme, öncelikle iflas etmekte olan turizm sektörünün patronlarını rahatlatmak, onların karlarını güvence altına almak için gündeme getirildi. Yılda asıl olarak birkaç ay çalışan turizm sektörü zaten çoğunlukla kayıtdışı istihdam ve aşırı çalışma üzerine kurulu bir sektör. Bu alanda işçilerin büyük çoğunluğu geçici olarak işe alınıyor, sezon sonunda hiçbir hak ileri süremeden işten çıkartılıyor, çalıştığı süre içinde zaten doğru düzgün bir tatil hakkı olmuyor. Sektördeki ortalama bir çalışan, haftada 60 saat civarında çalışıyor. Bu tablo, sayısız iş yasasının ihlal edildiğini göstermeye yetiyor.

Yeni yasa ise, turizm sektörünün patronlarını daha da özgürleştirdi. Turizm şirketi sahibi olan Turizm Bakanı, sektörü kendi kar hesaplarına göre yeniden düzenledi. Artık turizm sektöründe çalışanların tatil ve dinlenme haklarının gaspı, çok daha kolay ve daha pervasız hale gelecek. 2024 yılı verilerine göre, turizm sektöründeki yaklaşık 1 milyon 400 bin işçi bu hak gaspından doğrudan etkilenecek.

Elbette bu durum turizm sektörüyle sınırlı kalmayacak. Yol bir defa açılmışken, önce kayıtdışılığın yaygın olduğu inşaat ve hizmet gibi sektörlerde gündeme getirilecek; ardından bir bütün olarak işçi sınıfı, bu saldırının hedefine oturtulacaktır.

Yönetime geldiğinden bu yana işçi haklarını gaspetmede diğer hükümetleri çoktan geride bırakmış olan AKP ve Erdoğan, bu defa da işçi sınıfının tarihsel kazanımı olan “hafta tatili”ne göz dikmiş durumda.

 

Çalışmanın evrimi

Çalışmak ve üretmek en temel insan haklarından biridir. Bu nedenle kapitalizmde işsizliğe mahkum edilmiş; üretme, toplumsal üretim içinde yer alma hakkı gaspedilmiş insanların yaşadığı yıkım, sadece ekonomik değil; aynı zamanda ruhsal, manevi bir yıkımdır da.

Çalışmak ve üretmek, insanın insanlaşması sürecinin ilk basamağıdır. Elini kullanmaya, alet üretmeye başlayan canlı, “hayvan”dan ayrışmış, artık “insan”laşmaya başlamıştır. Engels’in “Maymundan insana geçişte emeğin rolü” makalesi, bu gerçeğe dikkat çeker.

Çalışmanın insan hakkı olduğunu söyledik; ancak dinlenmek de bir o kadar insan hakkıdır! Çalışmamak nasıl insanı insanlıktan çıkarırsa, lümpenleştirir ve toplumsal bir “atık”a dönüştürürse; dinlenmeden çalışmak da benzer biçimde, insanın varoluşuna büyük bir saldırıdır. Dinlenme hakkının gaspı, insanın kendisini fiziksel ve zihinsel olarak yeniden üretimini engeller; sürekli ve sürekli tükenmesine neden olur; sonuçta geriye kalan, fiziksel ve zihinsel bir enkazdır.

Bu nedenle çalışma olgusu, toplumsal dönüşümler ve üretim ilişkileri ile birlikte ele alınmalıdır.

Henüz sınıfların ve sömürünün olmadığı, ezen-ezilen ilişkisinin ortaya çıkmadığı ilkel komünal toplumda, çalışma da dinlenme de en doğal haliyle yaşanıyordu. Günlük gıdayı karşılamak için birlikte çalışıyor, birlikte dinleniyor, birlikte eğleniyorlardı.

Sınıflı toplumların başlangıcından itibaren ise, egemen sınıflar ezilen yoksul kesimleri ağır koşullarda çalışmaya zorladılar. Köleci toplumda dev piramitler, Babil’in asma bahçeleri, devasa tarım ve sulama kanalları onbinlerce kölenin aynı anda kolektif üretim yapması sayesinde inşa edilebildi. Bu süreç, binlerce kölenin de ölümü pahasına gerçekleştirildi.

Köleci toplumda, fiziksel çalışma aşağılık bir şey olarak görülüyor; toplumun en “aşağı” kesimlerinin, kölelerin, yoksulların yapması gereken bir faaliyet olarak kabul ediliyordu. Bu zorlama, tepkiyi de beraberinde getirdi. Kölelerin zamanla zorla çalışmaya karşı dirençleri oluştu. Çoğunlukla pasif direniş ya da çalışma aletine zarar vermek biçiminde bile olsa, bu direnç, köle sahipleri için bir soruna dönüştü.

Ağır çalışma koşulları ve özellikle devasa yapıları inşa ederken yaşanan “iş kazaları”, çalışmaya zorlanırken gördükleri baskı ve işkence, fiziksel çalışma ile birlikte çalışanların da aşağılanması gibi unsurlar, kölelerin direnişi ile karşılaştı. Büyük köle isyanları, çalışma koşullarında belli iyileştirmeleri zorunlu hale getirdi.

Haftada bir gün dinlenme, asıl olarak köle isyanlarının bir kazanımıydı. Ancak bunu bir kazanım olarak göstermemek; tersine egemen sınıfların bir lütfuna dönüştürmek için, dini gerekçeler ileri sürüldü. Yahudilerde Cumartesi, Hıristiyanlıkta Pazar, Müslümanlıkta Cuma günleri, “ibadet günü” olarak tanımlandı ve bu günler tatil ilan edildi.

Bununla birlikte Antik Atina döneminden itibaren fiziksel çalışmayı öven ve köleleri daha fazla çalışmaya teşvik eden “atasözleri” üretildi. Müslümanlığın “Allah çalışmayan kulunu sevmez” ya da Hıristiyanlığın “Çalışmayana ekmek yok” gibi sözleri, en bilinenleridir.

Aşırı üretim, aşırı çalışma

İnsanlık tarihinin en insanlıkdışı çalışma koşulları, kapitalizminin başlangıç evresine, “vahşi kapitalizm” dönemine aittir.

“Kapitalist uygarlığın egemen olduğu ulusların işçi sınıflarını garip bir çılgınlık sarıp sarmalamıştır. Bu çılgınlık, iki yüzyıldan beri, acılı insanlığı inim inim inleten bireysel ve toplumsal yoksunluklara yol açmaktadır. Bu çılgınlık, çalışma aşkı; bireyin, onunla birlikte çoluk çocuğunun yaşam gücünü tüketecek denli aşırıya kaçan çalışma tutkusudur. Rahipler, iktisatçılar ve ahlakçılar bu akıl sapıncına karış çıkacak yerde, çalışmayı kutsallaştırmışlardır.” (Tembellik Hakkı, Paul Lafargue)

Sanayi Devrimi, öylesine dizginsiz bir çalışma temposu oluşturmuştu ki, makinalar kesintisiz çalışıyor, işçiler ölümüne bir çalışma temposunun içinde makinaların çarkları arasında öğütülüyordu. Taşradan sanayi bölgelerine akan milyonlarca insan, fabrikaların yakınlarında, içinde yaşamanın mümkün olmadığı izbelerde kalıyor, kanalizasyon akan sokaklardan yürüyerek, her gün fabrikanın kocaman ağzından içeri yutuluyorlardı. İngiltere’de “sıcak yataklar” kavramı bu dönemde ortaya çıktı. Bir grup işçi makinaların başında çalışırken, başka bir grup, küçük bir odada balık istifi yatarak, birkaç saatlik bir uykudan sonra kalkıyor ve makinaların başına geçiyor; onların kalktığı yataklara başka işçiler yatıyor, böylece üretim kesintisiz devam ediyordu. 18-20 saate varan mesailer normalleşti. 1789’da o görkemli Fransız İhtilali’ni gerçekleştirmiş olan Fransız işçi sınıfı, günde 16 saat çalıştırılıyordu.

Buharın bulunması ve makineleşmenin başlamasının ardından kapitalist ekonomi şaha kalkarak ilerliyor; ve işçilerin kanını-emeğini sömürerek devasa atılımlar gerçekleştiriyordu. Ezilen ve sömürülen sınıflar, kölelik sisteminden çok daha kötü kölelik koşullarının içine düşmüşlerdi.

Kapitalizm öncesi bütün toplumsal sistemlerde, “aşırı üretim” kavramı yoktur. Pazarda satmak üzere meta üretimi ve ticaret giderek gelişmekte olsa bile, ihtiyacın çok üzerinde aşırı bir üretim için ekonomik koşullar henüz olgunlaşmamıştır. “Aşırı üretim”, kapitalist ekonomik sisteme özgü bir kavram, kapitalizmin ekonomi ilkelerinden biridir. Ve bu aşırı üretim, işçilerin “aşırı çalıştırılması” üzerinden gerçekleştirilir.

 

Dinlenme hakkı

Aşırı sömürü koşulları altında giderek güçlenen işçi sınıfı, yaşam ve çalışma koşullarını iyileştirme mücadelesini de hızla yükseltti. 1700’ler Fransız İhtilali ve Paris Komünü’nün yanısıra, İngiltere başta olmak üzere sayısız işçi hareketine tanıklık etmiştir. 1848 Devrimleri ise, önemli bir dönüm noktasıdır. Ocak 1848’de İtalya’da başlayıp, Avrupa’da 50’den fazla ülkede etkili olmuştur. Avusturya ve Macaristan’da serfliğin kaldırılması, Danimarka’da mutlak monarşinin kaldırılması gibi siyasi sonuçlarının yanısıra, Fransa, Hollanda, İtalya ve Alman Konfederasyonu devletlerinde işçi sınıfının önemli haklar elde etmesini sağladı. İşgününün bazı ülkelerde yasal olarak 12 saate, bazı ülkelerde 11 saate, Paris gibi bazı yerlerde ise 10 saate indirilmesi, bu hakların en önemlilerinden biriydi. Ardından tüm dünyada 8 saatlik işgünü mücadelesi yükseldi.

Marks’ın damadı Paul Lafargue’nin 1883 yılında yazdığı “Tembellik Hakkı” kitabı, işçilerin ağır ve aşırı çalışma koşullarına karşı savaşıyor, dinlenme hakkının zorunluluğunu anlatıyordu. “Ona göre, 19. yüzyıldan beri işçi sınıfının başına bela olan şey “aşırı çalışma”ydı. Bu tempo, işçileri her türlü düşünsel yozlaşmaya, organik rahatsızlıklara götürüyordu.”

Aynı kitapta Rousseau’nun 1758 tarihli mektubundan şu alıntı vardır: “Halkın, ekmeğini kazanmak için harcadığı zamandan başka zamanı yoksa, yazık. Ekmeğini sevinçle yiyebilmesi için de zamanı olması gerek. Yoksa, uzun süre kazanamaz olur ekmeğini. Halkın çalışmasını isteyen şu adaletli ve iyiliksever Tanrı, onun dinlenmesini de ister. Doğa da halkın aynı zamanda çalışmasını ve dinlenmesini; didinmesini, aynı zamanda da haz duymasını ister. Çalışmaya karşı duyulan tiksinti, yoksul insanları çalışıp didinmekten daha çok bunaltır.”

1817 yılında İngiltere’de ütopik sosyalist Robert Owen “8 saat çalışma, 8 saat eğlence ve 8 saat dinlenme” sözleri ile 8 saatlik işgünü kavramını ortaya atmış, bu slogan hızla yayılmıştır. Ancak somut bir hedefe dönüşmesi, 1848 Devrimleri’nin ardından gerçekleşti. Önce 1856’da Avustralyalı proleterler bir işgünü boyunca çalışmadılar ve “8 saatlik işgünü” talebini yükselttiler. 1886’da 200 bin Amerikalı işçi 1 Mayıs günü yine bu taleple iş bırakma eylemi yaptı. İşçilerin 8 saatlik işgünü mücadelesi, tüm dünyada kutlanan 1 Mayıs’ı doğurdu.

 

Sömürü politikalarına karşı mücadele

İşçi sınıfının bütün kazanımları, çok uzun ve ağır mücadeleler sonucunda elde edilmiştir. Direnme ve mücadele gücü zayıfladığında, hak gaspları peşpeşe yağar; kazanımları birer birer elinden gider.

Bugün 8 saatlik işgününün kamuda ve özelde çok sınırlı bir alanda geçerli olduğunu, ortalama çalışma süresinin 10 saat ve üzerine çıktığını biliyoruz. Kapitalizmden bile önce kazanılmış bir hak olan “hafta tatili”ne, turizm sektörü üzerinden başlatılan saldırı ise, çok daha büyük bir hak gaspına işaret ediyor. Üstelik bununla sınırlı kalmayacağını ve başka sektörlere de yayılacağını öngörmek yanlış olmaz.

Ülkemizde işçi sınıfının yaşadığı hak gaspları bununla sınırlı değil. 1990’larda başlayan ve 2000’lerde hız kazanan özelleştirme politikaları, işçileri güvencesiz çalışmaya, düşük ücretlere ve aşırı çalışmaya mahkum etti. Bugün toplam çalışanların yüzde 70’ine yakını asgari ücret ve civarı ücret alıyor. Asgari ücret ise, açlık sınırının altında kalıyor. Emekliler, emeklilik sonrası da çalışmak zorunda kalıyor, yoksa açlıktan ölüm tehlikesi yaşıyor. 2024 verilerine göre Türkiye’de çocukların yüzde 23’ü çalışıyor. MESEM uygulaması ile çocukların çok düşük ücretlerle ve güvencesiz koşullarda sömürülmesi, çalışırken ölmesi devlet güvencesi altına alınıyor.

Bütün bunlar, Türkiye’de işçi sınıfı başta olmak üzere tüm ezilen ve sömürülen kesimlerin, sendikal örgütlülük başta olmak üzere örgütlü gücünü ve mücadele gücünü ne kadar kaybetmiş olduğunu göstermeye yetiyor. Kaybettiğimiz haklarımızı geri almak için harekete geçmeli, örgütlenmeli, mücadele etmeliyiz.

Bunlara da bakabilirsiniz

Nepal’de halk ayaklanması

Nepal’de hükümetin artan yolsuzlukları ve sosyal medya platformlarını engellemesinin ardından patlayan kitle öfkesi, ayaklanmaya dönüştü.  …

Paris’te Yılmaz Güney anması yapıldı

Yılmaz Güney, ölümünün 41.  yıldönümünde Paris’teki mezarı başında anıldı. Devrimci demokrat kurumların çağrısıyla yapılan anma, …

YILMAZ GÜNEY: Sanatçı, devrimci, özgürlük simgesi…

Bugün, devrimci Kürt sanatçı Yılmaz Güney’i mezarı başında andık. 41 yıl önce çok genç yaşta …