
Geçen yıl meclis açılışında Devlet Bahçeli’nin DEM Partili vekillerin elini sıkmasıyla başlayan “süreç” bir yılını geride bıraktı. Adında bile anlaşılamayan ve her kesimin kendine göre bir isim taktığı “süreç”in bir yılı, tarafları çok da memnun etmişe benzemiyor.
Kürt hareketi kendi üzerine düşeni yaptığını söyleyip devleti adım atmaya çağırırken, devlet tarafı da PKK’nin Suriye kolu olarak gördüğü SDG’nin silah bırakmasını ve yeni Suriye yönetiminin içinde erimesini istiyor.
Selahattin Demirtaş, son gönderdiği mektupta, (31 Ekim 2025, T24 internet sitesi) “süreç”in topluma inemediğini, insanları meclise çağırmak yerine, onların yanına gidilmesi gerektiğini söylüyor. Yaşamlarını yitirmiş Kürt ve Türk milletvekillerinin mezarlarını, liderlerin birlikte ziyaret etmelerini, ülkenin dört bir yanından gelen gençlerin Anıtkabir’de, Çanakkale Şehitliği’nde Kürtçe ve Türkçe kardeşlik bildirisi okumalarını, Amedspor ile Trabzonspor arasında “kardeşlik maçı” yapılmasını, sporcuların evlerde misafir edilmesini öneriyor. “Kürt ve Türk kardeşliğinin arasına son yüzyılda kan, silah ve ayrımcılık girdi” dedikten sonra “bunları gidermek, yasımızı ve acımızı ortaklaştırmak, yaralarımızı karşılıklı sarmak, hüzün ve sevinç gözyaşlarını birlikte dökmek, yasadan daha öncelikli, yapıcı ve kalıcı olur” diyor. Ve bunları yaptıktan sonra “yasayı yapmak kolaydır, o sadece küçük bir detaydır” diyerek noktalıyor.
“Yüzyıllık sorun” dedikleri Kürt sorununu çözmek gerçekten bu kadar basit mi? “Süreç” sıralanan öneriler yapılmadığı için mi ilerlemiyor, ya da bunlar yapılınca ivmelenecek mi? Meselenin sınıfsal-siyasal yönleri; emperyalizmle, bölgemizde süren emperyalist savaşla bağları, konjonktürle ilişkisi yok mu? Ya da önceki “çözüm süreç”leri neden akamete uğradı da, bu “süreç” diğerlerinden farklı olacak gibi pek çok soru yanıtsız kalıyor.
“Süreç”in bir yılında neler olduğuna bakarsak, geleceğine dair daha isabetli öngörülerde bulunabilir ve doğru yanıtlara ulaşabiliriz.
“Süreç”in bir yılı
Bahçeli’nin geçen yıl meclis konuşmasının ardından, yeni bir “İmralı Heyeti” oluşturulup Öcalan ile görüşmeler başladı. Öcalan’dan gelen mesajlar üzerine PKK kendini feshettiğini duyurdu; bir grup gerilla silahlarını ateşe verdi ve son olarak gerillaların Türkiye’den çekildiği, PKK’nin Türkiye’deki faaliyetlere son verdiği açıklandı. Dolayısıyla bir yıl içinde Kürt hareketi açısından önemli değişimler yaşandı.
Bir yılın sonunda PKK yöneticileri kendilerine düşen sorumluluklarını yerine getirdiklerini, adım atma sırasının devlette olduğunu söylediler. Aynı zamanda devletin herhangi bir adım atmamış olmasından dolayı duydukları rahatsızlığı ifade ettiler.
Oysa “süreç”in mimarlığını üstlenen Bahçeli, Öcalan’ın “umut hakkı”ndan sözetmiş, “Öcalan gelsin mecliste konuşsun” demişti. Elbette bu çıkışa, şoven kesimlerden tepkiler geldi. Buna karşın Bahçeli, geçmişte “bebek katili” deyip asılması için mitinglerde ip fırlattığı Öcalan’a, “kurucu lider” şeklinde hitap etmeye devam etti. Fakat aradan bir yıl geçmesine rağmen Öcalan’ın tahliyesi şöyle dursun, koşullarında herhangi bir düzelme yaşanmadı.
Dahası aynı Bahçeli, DEM Parti’yi “maksimalist” talepler ileri sürmekle eleştirdi. “Maksimalist” dediği DEM Partili vekillerin mecliste Öcalan sloganı atması ve “Öcalan’a özgürlük” talebini yükseltmesiydi. Buna karşın devlet adına yapılan tek şey, mecliste bir “komisyon” kurmak oldu. Komisyonun tek yaptığı iş de, Kürt sorununda “taraf” olan kişi ve kurumları dinlemekten ibaretti. Üstelik Kürtçe konuşan anaları Türkçe konuşmaya zorlayarak…
Gelinen noktada “süreç”, komisyondan bir heyetin Öcalan’la görüşmesine kilitlendi. Öcalan ve DEM Parti, bu talebi aylardır yineliyor; fakat halen böyle bir görüşme yapılamadı.
Bir diğer tıkanma ise, Selahattin Demirtaş’ın tahliyesinde yaşanıyor. AHİM’in son kararının ardından Demirtaş’ın ve Kobani davası tutuklularının tahliyesi beklenirken, hala tahliyeler gerçekleşmedi.
Sonuçta bir yıl içinde devletin attığı bir adım yok! Aksine “süreç”le aynı dönemde CHP’li belediyelere tutuklama terörü ve kayyum siyaseti devam etti. Üstelik CHP ile DEM Parti arasında yapılan “kent uzlaşısı”yla seçilen Esenyurt, Şişli gibi belediyeler de bunlar arasındaydı. Keza DEM Parti’nin kazandığı illerdeki kayyumların görev süresi uzatıldı. Muhalif kesimler üzerindeki baskı ve şiddeti artarak sürdü, televizyon kanallarına bile kayyum atandı vb…
Ayrıca AKP-MHP bloku “Irak ve Suriye’ye asker göndermenin 3 yıl daha uzatılmasını” içeren bir savaş tezkeresini meclise sundu ve bir kez daha meclisten geçirdi…
Kısacası “barış ve demokrasi” adına tek bir adım atılmazken, anti-demokratik uygulamalar ve savaş politikaları hız kesmeden devam etti.
“Süreç”in yeni aşaması
Öcalan’ın İmralı heyeti ile yaptığı son görüşmenin ardından yapılan açıklamada; “süreç”in ilk aşamasının tamamlandığı, artık ikinci aşamaya geçmek gerektiği belirtiliyor.
Öcalan “süreç”in birinci aşamasında, Kürt tarafının tek yanlı olarak “iyi niyet adımları” attığını; ikinci aşamada ise, esas olarak “hukuki gerekleri yerine getirilmesi”ne geçileceğini söylüyor. “Demokratik Entegrasyon Yasaları” adını verdiği yasaların çıkartılmasını, atılan adımların hukuki bir zemine oturtulmasını, güvence altına alınmasını istiyor. “Üç aydır çalışan komisyonun artık ikinci aşamanın gerektirdiği adımları atmasını beklediğini” bildiriyor.
Öcalan ve DEM Parti’den bu tür beklentiler dile getirilirken, devlet tarafında herhangi bir değişiklik görülmüyor; PKK’den isteklerini yineleyip duruyorlar. Bahçeli, Öcalan’ın mesajında PKK’nin tüm kollarının silah bırakacağını söylediğini, ama SDG’nin silah bırakmadığını hatırlatarak, Öcalan’dan SDG’ye silah bırakma çağrısı yapmasını istiyor mesela.
Demek ki, devlet PKK’nin attığı adımları yeterli görmüyor, daha fazlasını bekliyor. Kendi adına ise tek bir adım atmadan sadece vaatte bulunuyor. Vaatleri de esir aldığı Kürt siyasetçileri tahliye etmekle sınırlı. Aylardır bu vaatle oyalıyor ama onu bile yapmıyor. Bu durum Kürt tarafında “süreç”e dair sıkıntıları arttırıyor. Son aylarda “sevindirici” buldukları neredeyse tek gelişme, Özgür Özel’in Kılıçdaroğlu döneminde CHP’nin “milletvekili dokunulmazlığının kaldırılması” yönünde oy vermesinden dolayı özür dilemesi oldu. CHP’nin de “süreç”in bir parçası olması umutlarını arttırdı.
Kürt hareketi, Demirtaş dahil Kürt milletvekillerinin tutuklanmasını, CHP’nin dokunulmazlığın kaldırılmasındaki tavrına bağlamış ve bu konuda CHP’yi suçlamıştı. Elbette CHP her zaman olduğu gibi üzerine düşen misyonu oynadı; fakat o dönem Demirtaş dahil birçok Kürt siyasetçi, “dokunulmazlığımızın kalkmasından korkmuyoruz, kaldırın” gibi sözler sarfetmişti. Oysa “milletvekili dokunulmazlığı” kazanılmış önemli bir haktı ve hangi saikle olursa olsun kaldırılmasına karşı çıkmak gerekiyordu.
Daha önemlisi; “Dolmabahçe mutabakatı” adı verilen bir anlaşma ile “çözüm süreci”nin en ileri noktasına ulaşıldığı bir sırada, “ne mutabakatı, benim haberim yok” diyerek sürece son veren, ardından Kürt illerinde büyük bir katliam gerçekleştiren Erdoğan’a; HDP’nin kapatılmasını isteyen Bahçeli’ye tek bir söz söylenmemesi, aksine “süreç”e katkılarından dolayı övülmesine, teşekkür üzerine teşekkür edilmesine ne demek gerekir. Geçtiğimiz aylarda Demirtaş da, Erdoğan ve Bahçeli’ye “uzun ömürler dileyen” geçmiş olsun mesajıyla bu kervana katılmıştır.
Bütün bunları “süreç”in selameti için yaptıklarını söyleyebilirler. Keza meclis açılışına CHP katılmazken katılmalarını; Erdoğan’ı ayakta karşılamalarını ve resepsiyonda Erdoğan’ın etrafında hale oluşturup samimi pozlar vermelerini de “süreç”le açıklıyorlar. Biz de kendi sınıfsal bakaçımız ve siyasal duruşumuz üzerinden değerlendirme hakkına sahibiz. Savaşta da barışta da düşman düşmandır. Bu tür alçaltıcı tutumların yasal alanda, diplomaside de yeri yoktur. Rosa Lüksemburg’un söylediği gibi; “egemenlerin bizi ezerkenki ve kandökücü emperyalizmin zorla boyunduruğu altına alırkenki mantığının, sınıf kininin ve keskinliğinin sadece birazcığı bize yeter!”
Öcalan ve DEM Parti, zaman zaman “süreç”in yavaşlığından yakınıyor, AKP ve MHP’ye serzenişte bulunuyorlar. Hatta “basın, yargı elinizde, gereğini niye yapmıyorsunuz” diyerek, sürece karşı çıkanları susturmalarını isteyen açıklamalar yapıyorlar. Öcalan’a göre, “süreç”i yavaşlatanlar, geçmişte “derin devlet” dediği, bugün “norm dışı devlet”e çevirdiği güçler!..
Sonuçta Kürt hareketi bilinçli veya değil “gölge boksu” yapmaya devam ediyor. Erdoğan-Bahçeli ikilisini dışında tutarak diğer politikacılara saldırıyor; devleti dışında tutarak “norm dışı devlet”i suçluyor!
“Süreç”in kilidi Suriye
Bugüne dek PKK ile hükümetler arasında pek çok görüşme yapıldı, ateşkesler ilan edildi, “açılım”, “çözüm” gibi “süreç”ler işletildi. ‘90’ların ortalarından itibaren “siyasal çözüm” adına başlatılan “süreç”lerin hepsinde egemen sınıfların amacı; zaman kazanmak, Kürt hareketini zayıflatmak, kendini tahkim etmek oldu.
2000’li yıllarda ise emperyalist savaşın Ortadoğu’da yoğunlaşmasıyla birlikte Kürt hareketi ile yapılan her görüşme, emperyalistlerin doğrudan müdahalesiyle gerçekleşti. Gerek Irak işgalinde, gerekse Suriye savaşında Kürt örgütlerine duyulan ihtiyaç, bu “süreç”lerin gidişatını belirledi.
2013’teki “çözüm süreci” gibi son “süreç”in de temel nedeni Suriye’deki gelişmelerdir. Bunun da arkasında ABD’nin bölgeye dönük planları vardır. Türkiye, Öcalan üzerinden, Suriye’deki Kürtlerin kazanımlarını olabildiğince sınırlama çabası içindedir. Öcalan’ın “silah bırakma” çağrısının ısrarla SDG’yi de kapsadığını belirtmeleri, Bahçeli’nin Öcalan’dan çağrıyı bu şekilde yapmasını istemesi, hepsi bu hedef doğrultusundadır.
Fakat SDG başından itibaren Öcalan’ın çağrısının kendilerini kapsamadığını belirtti. Keza PKK de “silah bırakma”nın Türkiye ile sınırlı olacağını söyledi. Hatta diyebiliriz ki, PKK Suriye’deki kazanımları korumak için Türkiye’deki faaliyetleri durdurmayı göze aldı. SDG de Suriye ile “entegrasyonu” kendi varlığını koruma koşuluyla kabul edeceğini belirtti.
Kasım ayının başında HTŞ’nin lideri Şara’nın Beyaz Saray’a çağrıldığı bir sırada Dışişleri Bakanı Fidan’ın da apar-topar Waşington’a gitmesi tesadüf değil. Daha önce “terör listesi”nde yer alan Şara, “Beyaz Saray’a giden ilk Suriye devlet başkanı” sıfatıyla karşılandı ve Trump’la samimi pozlar verdi.
ABD, Suriye’de kendi denetiminde bir yönetim kurmak için, HTŞ ile SDG arasındaki sorunları çözmeye çalışıyor. Suriye topraklarında halen varlığını sürdüren ve HTŞ üzerinde etkisi olan Türkiye’nin de ABD’nin çözümünü kabul etmesini, bu konuda sorun çıkarmamasını istiyor. Erdoğan-Trump görüşmesinde, Türkiye’nin bölgedeki ABD politikalarına ters düşmeyeceği konusunda görüş birliğine varılmıştı.
Erdoğan yönetimi, kitle desteğini yitirmiş olduğundan ABD’nin desteğine daha fazla ihtiyaç duyuyor. Erdoğan’ın son ABD ziyaretinde “meşruiyet” arayışı, bunun göstergesiydi.
Fakat Suriye’deki gelişmeleri tek başına ABD’nin belirlemesi zor görünüyor. Rusya’nın Suriye’de halen üsleri bulunuyor, HTŞ ve SDG ile görüşmeler yapıyor. Dolayısıyla Suriye’de yönetiminin nasıl şekilleneceği ve ne kadar sürede oturacağı halen belirsizliğini koruyor. Türkiye ise, Suriye’deki çıkarlarını kaybetmemek için hem HTŞ hem Kürt hareketi üzerindeki kozlarını iyi kullanmak istiyor.
* * *
“Süreç”in başlamasının nedeni olan Suriye’deki gelişmeler, “süreç”in bundan sonraki gidişatını da belirleyecek. Dünyadaki ve ülkedeki gelişmelerden kopuk biçimde Demirtaş’ın “naif” önerileriyle de, DEM Parti’nin süreci hızlandırmaya dönük ısrarlarıyla da “süreç”in canlanması mümkün değil.
Kesin olan şudur ki, “süreç” canlansa da canlanmasa da, ne Türkiye’ye ne de bölgeye barış ve demokrasi getirmeyecek! Dün olduğu gibi bugün de barış ve demokrasi ancak ve ancak işçi ve emekçilerin, ezilen halkların mücadelesiyle gelişecek!..
PDD – Proleter Devrimci Duruş Devrimler Tarihin Lokomotifidir