
Hamas başta olmak üzere Filistinli direniş örgütlerinin başlattığı “Aksa Tufanı” saldırısının üzerinden 2 yıl geçti. Bugün bir taraftan ateşkes anlaşmaları yapılırken diğer taraftan İsrail’in saldırıları ve katliamları devam ediyor.
Gazze’yi yerle bir eden savaş
Hamas’ın 7 Ekim 2023 tarihinde İsrail’e gerçekleştirdiği baskın saldırı, İsrail’de büyük bir şok etkisi yaratmıştı. Bu saldırı, o güne kadar Hamas’ın İsrail topraklarına yaptığı en büyük saldırıydı. Sadece o saldırıda çoğu sivil 1200 kişi hayatını kaybetmiş, 251 İsrailli rehin alınmıştı.
Sonrasında İsrail büyük ve çok yönlü bir saldırı başlattı. Gazze’deki hastaneleri bombaladı; İran’a bir ziyaret için giden Hamas lideri Haniye’ye suikast düzenledi, Gazze’de Hamas’ın kullandığı tünelleri etkisiz hale getirmek için deniz suyu doldurdu; bombardımanlarla bütün Gazze kentini bir harabeye çevirdi; açlık çeken Filistinlilere gıda yardımı dağıtılacağını duyurup gıda almaya gelenlere doğrudan ateş açtı; Yahya Sinvar başta olmak üzere Hamas’ın çok önemli komutanlarını öldürdü… Aynı süreçte, Batı Şeria’da yaşayan Filistinliler üzerindeki baskı ve saldırılar da artırıldı.
Gazze halkı iki yıldır çadırlarda yaşıyor, temiz suya, gıdaya, ilaca erişemiyor. BM’ye bağlı kurumlar 22 Ağustos 2025’ten itibaren Gazze’de kıtlık olduğunu ilan ettiler. Bu süre içinde 145’i çocuk, 425 kişi açlıktan öldü. İsrail’in saldırılarıyla ölen Filistinlilerin toplum sayısı ise 70 bine yaklaştı. Ancak bunların ne kadarının Hamas kadrosu, ne kadarının halktan kişiler olduğu bilinmiyor; bilinen tek şey, ölenlerin yaklaşık yarısının kadın ve çocuk olduğu. Üstelik ölen 70 bin kişi, tespit edilebilenler. Bombalanan binalarda, çöken enkazlarda, sığınaklarda ölenlerin sayısı da bilinmiyor; “binlerce” olduğu tahmin ediliyor.
“Yardım dağıtım noktaları”nda İsrail’in doğrudan ve bilinçli ateş açması sonucunda ölenlerin sayısı ise 2 bin 500 kişiyi buldu. Bu noktalarda 20 bine yakın Filistinlinin de yaralandığı söyleniyor.
İki yıl önce Gazze’nin nüfusu yaklaşık 2,3 milyondu. 2 milyon Gazzeli (Gazze nüfusunun yüzde 85’i) zorla yerinden edildi, göçe zorlandı. Yaklaşık 400 bin konut yıkıldı, yüzbinlerce insan evsiz kaldı, çadırlarda yaşamaya mahkum oldu. Gazze topraklarına 2 yıl boyunca 200 bin ton bomba (Hiroşima’ya atılan atom bombasının 13 katı büyüklükte) atıldı. Gazze’nin altyapısı neredeyse tamamen tahrip edildi; elektrik, su, kanalizasyon ağları yokedildi.
İki yıl önce Hamas’ın yaklaşık 30 bin kişilik bir askeri gücü olduğu söyleniyordu. İsrail halen 2-3 bin civarında Hamas militanının Gazze’de olduğunu düşünüyor. Ve bu militanların savaşma gücünü büyük oranda kaybettiğini; tünellerden çıkarak İsrail’e dönük küçük sabotajlar, gerilla tarzı vur-kaç eylemleri yapmanın ötesine geçemediğini söylüyor.
Hamas’ın savaş boyunca çok fazla kadro kaybetmesi şaşırtıcı değil. Diğer taraftan, İsrail’in yürüttüğü imha savaşı, Filistinlilerin önemli bir kısmı için, Hamas’ı tek çare haline getiriyor. ABD merkezli bazı kurumlar, savaş boyunca Hamas’ın 30 binden fazla yeni kadro kazandığını tahmin ediyor. Savaşın içinde kadro oluşturmanın kendi içinde handikapları var elbette. Askeri eğitim almadan doğrudan savaşa girmek, onların zayıf yanı; diğer taraftan savaşın içinden geldikleri için pratikleri güçlü; kendi yaşam haklarını savundukları için de daha kararlı savaşçılar oluyorlar. Hamas’ın asıl kaybı, komuta düzeyinde yaşanıyor. Askeri komutanlarından siyasi önderlerine kadar çok önemli yöneticilerini kaybettiler.
İsrail’in kazandıkları, kaybettikleri
Aksa Tufanı, İsrail’in en iddialı olduğu konuda, güvenlik konusunda ciddi gediklere sahip olduğunu göstermişti. Sonrasında İsrail bu tabloyu tersine çevirmek için hem Gazze’de hem de Ortadoğu genelinde çok saldırgan bir politika izledi.
İsrail Temmuz 2024’te İran topraklarında misafir olan Hamas lideri İsmail Haniye’ye suikast düzenledi. İran’ın buna cevap vermemesi, İsrail’i daha da cesaretlendirdi. Eylül 2024’ten itibaren Lübnan’da Hizbullah’ı hedef alan saldırılar düzenledi. Önce Hizbullah’ın “güvenli iletişim aracı” olarak kullandığı çağrı cihazlarını, uzaktan müdahale ile patlattı. Ardından 27 Eylül’de Hizbullah lideri Hasan Nasrallah’ı öldürdü. Ve Ekim ayında Lübnan topraklarına girerek Hizbullah’a karşı bir savaş başlattı. Bu savaşta Hizbullah önemli bir güç kaybına uğradı, geri çekilmek zorunda kaldı.
Aralık 2024’te HTŞ’nin Suriye’de yönetimi ele geçirmesi, Ortadoğu’da yeni bir dönemin başladığını gösteriyordu. ABD stratejik bir kazanım elde etmiş, 2011’den bu yana hedefe çaktığı Esad yönetimini devirerek kendisine bağlı cihatçı çetelerle yeni bir yönetim kurmuştu. Bu yönetim ABD işbirlikçisi olmasına rağmen, İsrail gelecekte kendisine dönük olası tehlikeleri bugünden bertaraf etmek amacıyla Suriye’ye ikili bir saldırı başlattı. Bir taraftan Suriye topraklarını işgale başladı, Şam’a kadar yaklaştı ve ele geçirdiği bölgede kalıcı olacağını, yani o bölgeyi ilhak edeceğini ilan etti. Diğer taraftan Suriye’nin askeri birikimini bombalayarak yoketti. Sonrasında da her olanak bulduğunda Suriye’ye ait askeri depolardan Savunma Bakanlığı binasına kadar çok çeşitli askeri hedeflere saldırı düzenlemeye devam etti.
Suriye’de Esad yönetiminin kolayca yıkılması, İsrail’i İran konusunda da cesaretlendirdi. Haziran 2025’te İran’a saldırdı. Ancak bir süredir güç kaybetmiş ve savunmaya çekilmiş gibi görünen İran, oldukça etkili karşılık verdi. Binlerce füzeyi göndererek İsrail’in başkentini bombaladı. Başkentteki İsrailliler hiç alışık olmadıkları biçimde sürekli siren sesleri altında yaşadılar, günlerce sığınaklara koştular. İsrail’in güçlendirilmiş “Demir Kubbe”si çöktü, ABD’nin savunma kalkanlarının da harekete geçmesine rağmen İsrail topraklarına İran füzeleri düşmeye devam etti. İsrail’in kolay bir zafer kazanamadığını gören ABD, savaşa doğrudan dahil oldu, İran’ın önceden boşaltmış olduğu nükleer tesislerini bombaladı. İran ise ABD’nin Katar’daki askeri üssünü bombaladı. Bu saldırı ABD’ye somut bir zarar vermemişti; ancak ilk defa bir ABD üssüne saldırı düzenlemişti ve bu ABD açısından önemli bir siyasal kayıp anlamına geliyordu. Kaldı ki “12 gün savaşı” adı verilen bu savaşta hedef İran’ın nükleer varlığını yoketmek, İran’da halkın ayaklanmasını sağlamak ve rejimi değiştirmekti; bu hedeflerin hiçbiri gerçekleşmeden savaş bitirildi.
Geçen 2 yıl içinde İsrail yönetimi başta Gazze’ye dönük imha saldırısı olmak üzere Ortadoğu genelinde belli askeri başarılar elde etmiş oldu. Ancak içeride geçen her gün kitlelerin yönetime olan öfkesi büyüdü, Netanyahu yönetimi güç kaybetti.
Hamas saldırısı öncesinde, İsrail içindeki klik çatışmaları artmış, Netanyahu karşıtı cephe genişlemişti. Buna, İsrail halkının Netanyahu’nun ekonomik-siyasi baskı politikalarına dönük artan öfkesini ve eylemlerini de eklemek gerekiyor. İçteki çözülmenin arttığı böylesi bir dönemde yaşanan 7 Ekim saldırısı, İsrail egemen sınıflarının birleşmesini ve iç çatışmalarını ertelemesini getirdi. Ancak aynı durum kitleler için geçerli değildi. İsrail’in o çok övündüğü “güvenlik” konusundaki başarısızlığı bir yana, 251 rehinenin varlığı kitlelerin öfkesini büyüttü. Rehineler için her hafta yapılan eylemler, İsrail politikalarına dönük eleştirilerle birlikte genişledi. 2025 ortalarına geldiğinde, İsrail muhalefeti artık Netanyahu’nun “görevde kalmak için savaşı uzattığını” ileri sürmeye başladı. Ayrıca “Hamas’ın saldırganlığı”ndan daha fazla, “İsrail’in güvenlik zafiyetlerinin soruşturulması” konuşulur oldu. İsraillilerin yaptığı protesto eylemlerinde, açlıktan ölen Gazzeli çocukların fotoğraflarını taşıyanlar da vardı, Filistin halkına yönelik vahşeti kınayanlar da. Ancak İsrail halkının savaş karşıtlığının asıl nedeni, devletin kendilerini artık koruyamıyor, refahlarını sürdüremiyor oluşuydu. Gazze’de yürütülen savaş, İsrail’de hem ekonomik hem de siyasi baskının artmasına neden oldu; üstelik rehineler de geri alınamamıştı. Bu nedenle İsrail halkı, savaş karşıtı eylemlerini giderek büyüttü, Netanyahu karşıtlığı zaman içinde daha da sertleşti.
Savaşın ikinci yılında İsrail, dış desteğini de giderek kaybetti. 21 Kasım 2024’te UCM (Uluslararası Ceza Mahkemesi) İsrail başbakanı Netanyahu ve eski savunma bakanı Yoav Galant hakkında “savaş suçu” işledikleri gerekçesiyle tutuklama kararı çıkarttı.
2024 sonunda AB ülkeleri başta olmak üzere, “Filistin’i tanıyan” ülkelerin sayısı artmaya başladı. Eylül 2025’te Filistin’i tanıyan BM üyesi ülke sayısı 157’ye çıkmıştı. Bu durum, İsrail üzerindeki baskıyı artırdı.
Eylül 2025’te bir başka gelişme ise, AB’nin Gazze’deki soykırım nedeniyle İsrail’e yaptırım kararı alması oldu. Kararın içeriğine bakıldığında somut ve gerçekten zorlayıcı bir yaptırım yoktu aslında. İsrail’in AB’ye ihracatının yaklaşık yüzde 37’sine denk gelen bir ticaret yasağı sözkonusuydu ve bu da göstermelikti. Ancak AB üyesi İsrail için bu önemli bir siyasal baskı anlamına geliyordu.
9 Eylül günü İsrail Katar’ın başkenti Doha’da Hamas ofisini vurmuş ve ateşkes görüşmeleri için orada bulunan Hamas temsilcilerini öldürmüştü. İsrail elbette ki ABD askeri üssünün bulunduğu Katar’ı vurmadan önce ABD’den izin almıştı; ancak bu saldırı, ABD’nin kendisiyle işbirliği halinde olan ülkeleri bile korumadığı görüntüsünü oluşturdu ve tepki çekti. Katar saldırısı, ABD işbirlikçisi Arap ülkelerinde bile bir güvensizlik oluşturdu.
Katar saldırısından bir hafta sonra, İsrail Gazze’ye büyük bir bombardıman ve kara harekatı başlattı. Kaçanların kaçış yollarını bile bombalayarak Gazze’yi tamamen insansızlaştırarak güneye doğru sürme planı yapmıştı. İki yıldır süren İsrail saldırganlığının bu son saldırısı dünya kamuoyunda daha büyük bir tepki ve Filistin direnişine sahip çıkma çabası oluşturdu.
2 Ekim günü Gazze’ye sembolik düzeyde insani yardım taşıyan Sumud filosunun İsrail saldırısına uğraması da önemli unsurlardan biriydi. Sumud filosundaki yardım birkaç konteyner bile doldurmayacak düzeyde sınırlı bir yardımdı. Asıl amaç Gazze’ye yardım ulaştırmak değil, Gazze’deki açlığa ve İsrail ablukasına dikkat çekmek, kamuoyu oluşturmaktı. Günler süren yolculuk, tüm dünyada kitlelerin eylemleri ile desteklendi, Gazze’ye dönük dayanışma güçlendi.
Gazze’de “barış” olacak mı?
Gazze’de görüşmeleri başlatan asıl unsur, 2 yıl süren savaşa rağmen Filistin halkının direnişinin devam etmesi ve dünya genelinde işçi ve emekçilerin bu direnişe desteğinin yükselişe geçmesiydi. Gazze’de çocukların açlıktan ölmesi, (BM Ağustos 2025’te Gazze’deki kıtlığı resmi olarak duyurdu), gıda yardımı almaya gidenlerin İsrail askerleri tarafından vurularak öldürülmesi gibi unsurlar, bu desteği daha da güçlendirmişti. Dünyanın hemen her ülkesinde çok kitlesel eylemlerle İsrail’in Gazze saldırısı protesto ediliyordu artık. İtalyan’ın en büyük işçi sendikası CGIL’ın düzenlediği grevin ülkeyi felç etmesi, bu desteğin doruk noktasıydı.
Aynı süreçte İsrail içinde de savaş karşıtlığı giderek yükseliyor, kitle eylemleri daha öfkeli hale geliyordu. İsrail devleti saldırı meşruiyetini kaybediyor, yalnızlaşıyordu ve Netanyahu üzerindeki baskı büyüyordu. Belki de, onbinlerce insanını kaybeden Hamas’tan daha fazla İsrail’in savaşa “ara verme”ye ihtiyacı vardı.
Bu koşullarda Hamas ile İsrail arasında “ateşkes” ilan eden “Barış Anlaşması”, 13 Ekim günü Mısır’ın Şarm El-Şeyh kentinde düzenlenen “Gazze Barış Zirvesi”nde imzalandı.
Ateşkes ve anlaşma İsrail ile Hamas arasındaydı, ancak onların temsilcileri masada yoktu. İsrail Devlet Başkanı Netanyahu zaten zirveye katılmamıştı. Filistin adına masaya oturan Mahmud Abbas’a ise imzalama izni verilmedi. Anlaşmanın imzacıları ABD Başkanı Trump, Mısır Cumhurbaşkanı Sisi, Katar Emiri Şeyh Tamim bin Hamad Al-Tani ve Türkiye’den Erdoğan oldu.
İmzacıların her biri, anlaşmanın kendi başarısı olduğunu kanıtlama yarışını girdi. Trump, “barış elçisi” edasıyla ortalıkta gezmeye devam ediyor ve “bitirdiği savaşlar” üzerinden kendisine meşruiyet oluşturmaya çalışıyordu. Netanyahu da bu anlaşmanın zaferini kendi hanesine yazmak için, ülkesinde büyük kutlamalar ve propaganda faaliyeti başlattı.
Gerçekte ise bu ateşkes Gazze’nin tamamen boşaltılması hedefinden bir geri adımdı. Trump, planladığı gibi Gazze’yi lüks sayfiye yerine çeviremeyeceğini görmüş oldu; Netanyahu da büyük bir etnik temizlik gerçekleştirerek Gazze’yi işgal etme planlarını ertelemek zorunda kaldı.
Muhataplarının imzalamadığı “ateşkes”, toplamda 20 maddeden oluşmakla birlikte 3 temel konu içeriyor: Esir takası, insani yardımın girişine izin verilmesi ve İsrail’in kademeli olarak geri çekilmesi… Esir takası için Hamas’ın elindeki 20 İsrailli esir ve yaşamını yitiren İsraillilerin cansız bedenlerine karşılık 2000 Filistinlinin serbest bırakılması kararlaştırıldı.
Anlaşmanın ardından Refah sınır kapısının açılarak en az 400 yardım kamyonunun Gazze’ye girmesi kararlaştırılmıştı. Ancak burada İsrail’in engelleme çabaları sürüyor. Anlaşmada İsrail’in ne zaman ve ne kadar geri çekileceği, Gazze topraklarını nasıl terkedeceği konusunda bir belirsizlik var. Keza anlaşma “Hamas’ın silahsızlandırılması”nı ve dağıtılmasını da içeriyor, ancak Hamas bu konuda bir taahhütte bulunmayı reddetti.
Gazze’yi kimin yöneteceği konusu da netleşmemiş maddelerden birisi. İngiltere’nin eski başbakanı Tony Blair’in Gazze’ye “kayyum atanması” gibi seçenekler konuşuluyordu. Ancak Hamas, FKHC ve İslami Cihat örgütleri ortak açıklama yaparak Gazze’nin yönetimi Filistin’in iç meselesidir, yabancı vesayeti reddediyoruz” dediler. Gazze’de yabancı bir askeri gücün konumlandırılması ise başka bir tartışma konusu. Özellikle Suudi Arabistan gibi bugüne kadar Filistin sorununa kayda değer bir destek vermemiş olan ve ABD işbirlikçiliği ile bilinen bir ülkenin, Gazze’de “barış gücü” olarak görev yapması başka sorunları beraberinde getirecektir.
Hangi ülkelerin bu “barış gücü” içinde yer alacağı tartışılırken AKP yönetimi hemen atağa kalkarak, Gazze’ye gitme niyet ve hazırlıklarını ifade etti. Ancak Türkiye’nin bu tutumu, sadece Gazze’de değil, Ortadoğu’nun genelinde savaşa ve katliama ortak olma çabası, şimdilik ABD ve İsrail tarafından durduruluyor. Onlar da AKP yönetimine güvenmiyor, bir kere savaşa dahil olduğunda orada işgalci bir güce dönüşeceğini, Suriye ve Irak pratiği üzerinden de biliyor ve engelliyorlar.
Bütün bu tartışmalar sürerken, “ateşkes”e rağmen İsrail’in saldırıları bitmiyor. Ateşkesin ilan edilmesinden sonra geçen 15 gün içinde, İsrail’in katlettiği Filistinli sayısı 200’ün üzerine çıktı. Keza yardım kamyonlarının girmesi, Refah sınır kapısının açılması ve İsrail’in geri çekilmesi gibi konularda da somut bir ilerleme görülmüyor. “Ateşkes”in ne kadar hayata geçeceği de belirsizliğini koruyor.
7 Ekim saldırısı yanlış mıydı?
Gazze’de yaşanan korkunç yıkımın ardından, “Hamas yanlış yaptı; bu sonucu öngörseydi 7 Ekim saldırısını başlatmazdı” yorumları çokça yapılıyor. Hamas’ın geriye dönük ne kadar “pişman” olup olmadığını bilemeyiz. Ancak nesnel olarak 7 Ekim Aksa saldırısının kaçınılmazlığını da görmek gerekiyor.
7 Ekim 2023 öncesinde Filistin direnişi giderek gündemden düşüyor, İsrail çıkarlarına uygun bir “çözüm”e entegre edilmesi süreci yürütülüyordu. Direniş etkisizleştirilirken, İsrail’in saldırı ve vahşetinde bir artış sözkonusuydu. Gazze’deki halk ağır bir kuşatma altında boğuluyor, Mescid-i Aksa’ya saldırılar sistematik hale geliyordu; Batı Şeria’da Doğu Kudüs’te toprak gaspı ve işgaller artıyor, Filistinli tutsaklar zindanlarda unutuluyordu. Vahşet büyüyor, ama Filistinlilerin sesi artık duyulmuyordu.
Aynı dönem ABD emperyalizminin Arap dünyasını İsrail ile barıştırması yönünde önemli adımlar attığı bir dönemdi. ABD başkanı Trump, Eylül 2020’den itibaren, Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn ile İsrail arasında anlaşmalar imzalatmış; ardından Fas, Sudan gibi ülkeler de bu sürece dahil edilmişti. 2023 yılı ortalarından itibaren Endonezya, Nijer, Moritanya ve Somali gibi Arap olmayan Müslüman ülkelerle anlaşma yapılması için görüşmeler başlatıldı. Tarihler 7 Ekim’e yaklaşırken, Suudi Arabistan gibi, bölgenin en önemli ülkelerinden biri ile de görüşmeler yürütülüyor, İsrail ile anlaşmasının zemini hazırlanıyordu. “İbrahim Anlaşmaları” adlı bu süreç, İsrail’in 1994 yılından bugüne Arap ülkeleriyle kesilmiş olan diplomatik ilişkilerini canlandırmayı, İsrail’in Filistin işgalini Arap ülkeleri nezdinde de meşrulaştırmayı hedefliyordu.
Bu iki gelişme, 7 Ekim saldırısı öncesinde Filistin sorununu tarihe gömerek üzerine beton dökme çabalarının ürünüydü ve ABD-İsrail açısından oldukça önemli bir mesafe katedilmişti.
Aksa saldırısı, bu süreci doğrudan dinamitleyen bir unsur oldu. Bütün dünya yeniden Filistin halkını ve yaşadığı acıları, İsrail’in saldırganlığını tartışmaya başladı. İki yılda 70 bine yakın ölüm, kesintisiz bombardıman ve insanlıkdışı koşullara rağmen, Filistin halkı da Filistinli direniş örgütleri de teslim olmadılar, direnişi sürdürdüler, Gazze’yi terketmediler. Bu koşullarda, kitlelerin Filistin direnişine desteği artarken, İbrahim Anlaşmalarına katılan ülkeler İsrail ile planlanan ilişkileri sürdüremez oldu ve geri çekilmeye başladı.
ABD ve İsrail elbette ki Gazze’yi işgal etme planlarından vazgeçmedi. Ancak bunu ertelemek zorunda kaldı. Şimdi uluslararası bir yönetim kurarak Gazze’yi Filistinlilerin yönetemeyeceği koşulları oluşturmak istiyorlar.
Gazze’de 2 yılda yaşanan vahşetin sorumluluğunu Hamas’ın 7 Ekim saldırısına yıkmaya çalışanlar; bu saldırının İsrail’in saldırganlığını artırdığını ve ABD’nin Gazze’de turizm merkezi kurma girişimini kolaylaştırdığı ileri sürüyor. “En kötü barış, savaştan iyidir” diyerek, bu sürecin hiç yaşanmaması gerektiğini savunuyorlar. Ancak Gazze’de “kötü barış” ile kastedilen, Gazzelilerin sessiz sedasız ölmeye devam ettiği ve artık sesini duyuramaz hale geldiği bir “barış”tı.
Hamas’ın radikal İslamcı, dinci-gerici çizgisine ve mücadele anlayışına dönük eleştirilerimizi her defasında ifade ediyoruz. Ancak bu eleştiriler bir yana, Hamas saldırısının bir hata olup olmadığı, bu saldırı olmasaydı “Gazze halkının daha iyi bir durumda” olup olmayacağı da başka bir tartışma konusudur. Kaldı ki hiçbir “hatalı” eylem ya da örgüt, bir halkı yoketmenin gerekçesi yapılamaz.
PDD – Proleter Devrimci Duruş Devrimler Tarihin Lokomotifidir