Çin “istimini almış”ken ABD’nin manevra çabaları

Emperyalist ülkeler son haftalarda hızlı bir “diplomasi savaşı”na girişmiş görünüyor. ABD-Çin rekabeti, bu savaş ile daha da keskinleşiyor. 

Çin özellikle Şanghay İşbirliği Örgütü Zirvesi ve hemen ardından düzenlediği görkemli askeri geçit töreni ile ABD’nin karşısında artık çok iddialı bir rakip olduğunu ortaya koyuyor. ABD ise Azerbaycan ve Ermenistan ile yaptığı anlaşmadan Rusya ile Alaska’da düzenlediği toplantıya kadar geniş bir alanda manevralar gerçekleştirmeye çalışıyor. Ancak görünen o ki, ABD’nin en büyük korkusu olan Çin emperyalizmi, Rusya ile birlikte ABD’nin karşısına daha güçlü olarak çıkıyor. 

 

ŞİÖ’nün en güçlü zirvesi 

2001 yılında kurulan Şanghay İşbirliği Örgütü(ŞİÖ) en geniş katılımlı zirvesini 31 Ağustos-1 Eylül günlerinde Çin’in Tianjin kentinde gerçekleştirdi. 20’den fazla ülkenin katıldığı Zirve, kuruluşundan 24 yıl sonra, “örgütün ikinci doğuşu” olarak görülüyor. Batı basınında ise “Batı karşıtı güçler, Çin lideri Şi Cinping’in etrafında toplanıyor” olarak tanımlandı. 

10 üyesi (Çin, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Özbekistan, Pakistan, İran, Belarus, Moğolistan. Ayrıca Hindistan da üye ancak üyeliği 2021 yılından bu yana aktif değildi) 2 gözlemci üyesi ve Türkiye dahil olmak üzere 14 “diyalog ortağı” bulunan ŞİÖ, dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 40’ını, dünya gayrisafi hasılasının yaklaşık yüzde 30’unu kapsıyor. 

Zirve öncelikle Rusya ile Çin’in işbirliği mekanizmalarını güçlendirip iki emperyalisti yakınlaştırmasıyla öne çıktı. ABD bütün gücüyle Rusya’yı Çin’den koparmaya çalışırken Rusya ve Çin liderleri yaptıkları açıklamalarla bunun tam tersi bir tablo oluşturdular. Ukrayna’da savaş suçu işlediği gerekçesiyle Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) tarafından Mart 2023’te hakkında “uluslararası yakalama emri” çıkartılan Putin’in bu zirveye katılmış olması başlı başına bir meydan okumaydı. Ve hem Putin, hem de Şi, II. Emperyalist Savaş’a, bu savaştan zaferle çıkmış olmalarına atıflar yaparak, Batı karşıtı söylemlerini güçlendirdiler. 

İki liderin söyledikleri kadar söylemedikleri de önemliydi. Putin ve Şi’nin yaptığı ikili toplantıda da, zirvenin ortak sonuç bildirisinde de Ukrayna konusu hiç gündeme getirilmedi. Bu durum, Rusya’nın Ukrayna politikasının desteklenmesi anlamına geliyordu. 

Hindistan’ın zirvedeki konumu da çok dikkat çekiciydi. Hindistan zaman zaman Çin ve Rusya ile ilişki geliştirse bile, asıl olarak ABD emperyalizmine yakın duruyor, ABD’nin politikalarına uyumlu bir çizgi izliyordu. Çin, Hindistan ve Pakistan arasında en önemli gerilim konusu olan Keşmir nedeniyle, iki ülke arasında yer yer çatışmalar yaşanıyordu. Son olarak 2020’de Çin-Hindistan sınırında yaşanan çatışmalarda Hintli askerler ölmüş, bu da ilişkileri daha da germişti. 

Trump’un Rusya’dan petrol satın aldığı gerekçesiyle Hindistan’ı cezalandırmak için yüzde 50 gümrük vergisi getirmesi, Hindistan’ın tepki göstermesine neden oldu. ABD’ye bağımlı olmadığını, bu cezalandırmaya boyun eğmeyeceğini göstermek isteyen Hindistan, hızla Çin ile yakınlaştı. Yüzde 50 gümrük vergisi kararının ardından Hindistan Başbakanı Modi’nin Trump’ın telefonlarına 4 kez cevap vermediği ortaya çıktı. Aynı süreçte, gümrük vergilerinden etkilenen ihracatçıların Çin gibi başka ülkelere yönlendirileceği belirtildi. Ardından Modi’nin Çin’e gösterişli bir ziyaretle gelerek ŞİÖ Zirvesi’ne katıldığı görüldü. 

Bu zirveye katılması zaten Batı basınında “Hindistan’ın Batı karşıtı kampa geçişi” olarak tanımlanmıştı. Üstelik zirve sırasında Modi ile Putin arasındaki diyalog daha da dikkat çekti. Bugüne kadar Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline dönük hiç açıklama yapmayan Hindistan Başbakanı, Rusya Devlet Başkanı’na “Hindistan ve Rusya zor zamanlarda bile yanyana durur” diyordu kameraların karşısında. 

ŞİÖ’nün ilk adımları 1996’da, ABD’nin “küresel imparatorluk”unu ilan ettiği; SSCB’nin dağılıp Yeltsin’in yönetimindeki Rusya’nın siyasi-ekonomik-askeri her yönden mevzi kaybettiği; Çin’in, revizyonist blokun yıkılışının yarattığı tsunamiden kendisini korumaya çalıştığı bir dünyada atılmıştı. Rusya ve Çin’in, ABD’nin salvolarından kendilerini koruma çabasının ürünüydü. 2001’de 11 Eylül saldırılarının gerçekleşmesinin ardından ABD Afganistan ve Irak savaşlarını başlattıktan sonra, ABD’nin Orta Asya’daki askeri üslerinin kapattırılması ve ABD’nin bu ülkelerden kovulması, ŞİÖ’nün ilk önemli başarısı oldu. Ardından Sırbistan, Gürcistan, Ukrayna üzerinden giderek yaygınlaştırılan “renkli darbeler”in Orta Asya’daki eski Sovyet Cumhuriyetleri’ne yayılmasının engellenmesi, ŞİÖ’nün ikinci önemli başarısı oldu. 

ŞİÖ içinde Rusya’nın etkisi ilk yıllarda çok daha belirgin iken, Çin’in önlenemez ekonomik-siyasi-askeri yükselişi, ŞİÖ’deki dengeleri Çin lehine pekiştirdi. ŞİÖ içinde daha çok ekonomik-ticari konularda başlayan ilişkiler, giderek “güvenlik” alanına da genişletildi; ortak askeri tatbikatlar düzenlendi. Avrasya bölgesini kendi pazar alanı-hegemonya alanı olarak koruma çabası ve etkinliği arttıkça, ABD başta olmak üzere Batılı emperyalistleri giderek daha fazla ürküten bir hale geldi. 

2025 Tianjin Zirvesi ise artık ŞİÖ’nün genel olarak dünya politikalarında belirleyici olduğunu gösteriyordu. Mesela zirvenin sonuç bildirgesinde ABD ve İsrail’in İran’a yönelik saldırıları sert bir şekilde kınandı; Gazze’deki İsrail saldırısına karşılık Filistin sorununa sahip çıkan sözler söylendi. Laos’un yeni üye olarak kabul edilmesi de önemliydi. “ŞİÖ Kalkınma Bankası”nın kurulması yönünde alınan karar ise, ŞİÖ üyelerinin daha örgütlü hale getirilmesi, ekonomik bağlarının pekiştirilmesi yönünde çok önemli bir adımdı. 

Bu zirve ile Çin ve Rus emperyalistleri, dünya siyasetinde ABD’nin karşısına güçlerini birleştirerek ve Batılı emperyalistlere tepki duyan ülkeleri kendi etki alanlarında toplayarak çıktıklarını göstermiş oldular. 

 

Çin’in askeri gövde gösterisi

ŞİÖ Zirvesi’nin hemen ardından Çin’in yaptığı askeri gövde gösterisi, ABD’ye dönük meydan okumanın bir kere daha altını çiziyordu. Çin Başbakanı Şi Cinping’in sağında ve solunda yer alan Rusya ve Kuzey Kore liderleri ise, bu meydan okumanın somut ifadesiydi. 

3 Eylül günü düzenlenen askeri geçit töreni, II. Emperyalist Savaş’ın sona ermesi ve Çin’i işgal eden Japonya’nın yenilgiye uğratılmasının 80. yıldönümünü kutlamak için yapılmıştı. Asya, Ortadoğu, Afrika, Doğu Avrupa ve Latin Amerika’dan yaklaşık 26 devlet ve hükümet başkanı törene katılmış, Batılı emperyalistler ise davet edilmemişlerdi. Çin sadece askeri gücünü değil, “en yakın müttefiklerini” de sergiliyordu bu törende. Ve Şi törende yaptığı konuşmada “Çin’in yükselişinin önlenemeyeceğini” özellikle vurguladı. 

Tiananmen Meydanı’nda yapılan devasa geçit töreninde kıtalararası balistik füzeler, hipersonik silahlar, lazer silahı, su altı SİHA’ları ve “robot kurtlar” gösterildi. Çin’in son on yılda yeni ve farklı silah üretebilme kapasitesi, uzmanlar tarafından özellikle vurgulanıyordu. Törene katılan 12 bin askerin müthiş uyumu ve görkemli koreografisi ise en fazla dikkat çeken unsur oldu. 

Bugüne kadar ekonomik ve siyasi gücü çok gelişkin olan Çin’in, askeri açıdan savaşı göze alamayacak kadar geride olduğu varsayımı da, bu geçit töreni ile yıkılmış oldu.

ABD bu töreni doğrudan kendisinin yeniden inşa etmeye çalıştığı dünya hegemonyasına karşı açık bir tehdit olarak algıladı. Trump bunu internette “ABD’ye karşı kumpas kurarken, Putin ve Kim Jong-un’a en sıcak selamlarımı yolla” paylaşımını yaparak belirtti. Zaten törenin yanısıra verilen fotoğraflar ve yapılan açıklamalar da bu tehdidi somutlama hedefini taşıyordu. 

Mesela ABD’nin hedef listesinde yer alan Kuzey Kore lideri Kim Jong-un’un bu toplantıda doğrudan Şi Cinping’in yanında konumlanması önemliydi. Üstelik Putin, Ukrayna savaşına askeri birlik gönderdiği için Kuzey Kore lideri Kim Jong-un’a övgülerle teşekkür etti. 

Ayrıca Putin, Alaska’da Trump ile yaptığı görüşmede kendi koşullarını dayatmasının ardından büyük bir zafer havasıyla Çin’e gitmiş ve Çin’de gösterişli biçimde karşılanmıştı. 

Rus yayın organı Komsomolskaya Pravda, Rusya, Çin ve Hindistan’ın biraraya gelişi üzerinden “Yeni bir dünya inşa edeceğiz” başlığını atmıştı. Trump’ın seçim sloganı olan “Make ABD great again” (ABD’yi yeniden büyüt – dünyanın hakimi haline getir) yaklaşımına ve ABD imparatorluğunu yeniden kurma çabasına karşılık, Çin ve Rusya merkezli bir alternatif oluşturma hedefiydi bu. 

Elbette burada Çin’in Rusya’ya yaklaşımının kısmen farklı olduğunu belirtmek gerekiyor. Çin, Rusya’nın ABD’ye ve Batılı emperyalistlere karşı savaşmasını ve bu savaşta üstünlüğünü korumasını istiyor; ancak Rusya ile ilişkileri “eşit” koşullarda kurmayı düşünmüyor. Zaten bu nesnel olarak da mümkün değil. 

Ekonomik-siyasi-askeri güç düzeyleri noktasından baktığımızda; Rusya’nın askeri gücünün Batılı emperyalistlerle savaşı yürütecek kadar güçlü olduğunu (Ukrayna savaşında NATO’ya karşı savaşıyor mesela), siyasi olarak dünyada halen önemli bir güce sahip olduğunu söyleyebiliriz. Ancak Rusya’nın ekonomik gücü asıl olarak petrol-doğalgaz kaynaklarına ve belli ölçüde hammadde kaynaklarına dayanıyor; üretim gücü daha sınırlı. Çin ise, 2000’lerin başından bu yana ekonomik gücü ile dünyaya meydan okuyor; dünya ekonomik krizlerle kavrulurken Afrika, Latin Amerika, Asya ülkelerine sağladığı çok uygun koşullarda kredi olanaklarıyla dünyanın dört bir yanında ülkeleri kendisine bağımlı hale getiriyordu. ŞİÖ toplantısı ve BRICS (2006 yılında kurulan Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika ülkelerinin ittifakı) ile dünya üzerindeki ekonomik-siyasi gücünü yaygınlaştırıyor. “Yeni İpek Yolu” projesiyle, kara, deniz, demir yollarıyla dünyanın dört bir yanına ulaşan bir ticaret ağı kuruyor. Şimdi de askeri gücünün üstünlüğünü sergilemiş, gücünü pekiştirmiş oldu. 

 

ABD’nin Rusya ile yakınlaşma planı

ABD’de 2000 yılından bu yana hazırlanan bütün stratejik planlar ve raporlamalarda “Çin’in yükselişi”ni önlemek gerektiği belirtilir. ABD için gelecekteki en büyük tehdidin Çin’den geleceği, Çin’in kontrol altına alınması ve durdurulması vurgulanır. Hatta tam da bu nedenle, 2001’de Afganistan ile başlayan ve bugüne kadar çeşitli aşamalarla devam eden savaşın adını “Önleyici Vuruş Konsepti” koymuştur. 

ABD, attığı tüm adımlara rağmen Çin’in yükselişini önleyemedi. Ama bunun kendi hegemonyası için yaşamsal önemde olduğunun da farkında. Bu nedenle vazgeçebileceği bir şey değil. 

Bu hedefin en önemli parçası, “Rusya-Çin ittifakını bozmak, Rusya ile yakınlaşmak” olarak tanımlanıyor. ABD Suriye, Ukrayna gibi savaşlarda doğrudan Rusya ile karşı karşıya kalıyor. Bu nedenle “Rusya ile yakınlaşma” hedefi de bir türlü tutmuyor, sıkça askıya alınıyor. 

Kimi analistler 1970’lerde ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger döneminde Çin ile Sovyet Birliği’ni ayırmayı, Çin’i ABD’ye entegre edemeseler de Sovyet etkisinden çıkarmayı başardıklarını hatırlatıyorlar; bugün de Rusya’yı Çin’den ayırmanın mümkün olduğunu ileri sürüyorlar. 

Gerçekten de 1970’lerde Mao’nun başkan olduğu dönemde, Çin ile SSCB’nin arası açılmıştı. Ancak bu, ABD’nin başarısından ziyade Çin Komünist Partisi ve Mao’nun, görünürde “sosyalist kamp”ta olsa bile, gerçekte sosyalist olmayan politikalarından kaynaklanıyordu. ÇKP’nin “Üretici Güçler” ve “Üç Dünya Teorisi” gibi sınıf uzlaşmacı teorileri, Çin’i sosyalizme mesafeli ve emperyalist burjuvazi ile işbirliği kurmaya yatkın hale getiriyordu. 

Ancak bugün koşullar çok farklı. ABD’nin hegemonya alanlarını kaybetmekte olduğu bugün, dünyanın hemen her bölgesinde ABD’nin çıkarları ya Rusya ya Çin ile, ya da ikisi ile birden çatışıyor. ABD mevzi kaybettikçe, manevra yapma olanağı da, kimi zaman taviz verme, karşı tarafı kazanmak için geri adım atma marjı da azalıyor. Diğer taraftan Rusya ile Çin ilişkileri giderek daha entegre hale geliyor. Mesela Rusya’ya uygulanan yaptırımlar, ya da Çin üzerindeki gümrük vergileri tehdidi, petrol başta olmak üzere pek çok konuda Çin’i Rusya’nın en büyük alıcısı haline getiriyor; Rusya’nın da artık Avrupa’dan-ABD’den alamadığı pek çok malı Çin’den almasını zorunlu kılıyor. Rusya’nın savaşma gücü ise, Çin’in pek çok konuda elini taşın altına koymadan kazanım elde etmesini sağlıyor. 

Keza her iki ülke de en büyük tehdit olarak ABD’yi görüyor; ABD’nin elini uzatamadığı, etkin olamadığı ittifaklar, birlikler kuruyorlar. Mesela ŞİÖ, hem Rusya’ya hem de Çin’e, Avrasya’da ABD’nin müdahale edemediği bir hegemonya alanı yaratıyor. Ve Türkiye gibi ABD’nin Truva Atı rolünü oynama ihtimali olan ülkelere “gözlemci üye” statüsü bile vermeden, dışarıda-ama yakında tutuyorlar. 

Bu koşullar altında Trump’ın Putin karşısında atacağı herhangi bir adım, herhangi bir vaat, bu Rusya-Çin ittifakını bozmaya yeterli görünmüyor. 

 

Alaska’nın ayazında Rus ateşi

Trump’ın, Ukrayna savaşını görüşmek üzere Putin ile 15 Ağustos günü Alaska’da düzenlediği zirve pek çok çarpıcı unsuru birarada barındırıyordu. 

ABD, Alaska eyaletini kendi iç savaşını bitirdikten hemen sonra 1867 yılında, Çarlık Rusyası’ndan satın almıştı. Rus Çarı’nın az bir paraya sattığı Alaska, ABD’nin emperyalistleşme sürecinin önemli parçalarından biri oldu; ABD Bering Boğazı’nın tam kontrolünü ve Kuzey Kutbu’na erişimde stratejik bir noktayı ele geçirdi. 

ABD’liler toplantı yeri olarak Alaska’yı belirlerken kendilerince üstünlük kurma hedefi taşıyorlar mıydı bilinmez; ancak ABD Başkanı Trump’ın Alaska’nın halen Rus toprağı olduğunu zannetmesi çarpıcı bir ironiydi.

Daha önemli bir konu, yukarıda da belirttiğimiz gibi UCM tarafından Mart 2023’te hakkında “uluslararası yakalama emri” çıkartılan Putin’in Alaska’ya gelmiş, ABD topraklarına sorunsuz ayak basmış olmasıydı. Uluslararası hukuka göre hemen tutuklanması gereken, Batılı emperyalistleri tecrit etmeye çalıştığı Putin, Trump tarafından gösterişli bir törenle karşılandı. Yanısıra Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov da, üzerinde CCCP (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği) yazan bir tişörtle gelmişti Alaska’ya. Bu tutumuyla dünyanın ABD ve SB arasında iki kampa bölündüğü, SB’nin ABD destekli Hitler faşizmini yenerek II. Emperyalist Savaşı kazandığı, dünya nüfusunun üçte birinin devrimlerini yaparak “sosyalist kamp”a dahil olduğu dönemleri hatırlatmak ve böylece ABD’ye meydan okumak istemiş olabilir. 

Trump’ın çok coşkulu göründüğü zirvenin, Rusya’nın kazanımıyla bitmesi de ilginçti. Rusya daha başlarken avantajlı durumdaydı: Çünkü ABD “önce ateşkes, sonra barış masası kurulmalı” demiş, Rusya ise bunu reddederek, “ateşkesten önce, savaşı durdurmak için şartları konuşalım” demişti. Rusya’nın dediği oldu, Ukrayna’da savaş devam ederken, üstelik de Ukrayna’nın olmadığı bir masada barış şartları konuşuldu. Rusya’nın ikinci kazanımı da bu masaya oturmuş olmaktı. Rusya’yı zayıflatmak için AB’li emperyalistlerin başlattığı bir savaşta, Rusya çok daha güçlenmiş olarak ve AB’yi dışlayarak masada yer almıştı. 

Masada konuşulanlar ise, Ukrayna’nın da AB’li emperyalistlerin de büyük tepkisini çekecek biçimde ilerledi. “Ukrayna’nın toprak bütünlüğü”, en önemli konuydu onlar açısından. Ama Kırım konusu zaten artık hiç gündeme gelmiyor ve Kırım, Rusya toprağı olarak meşrulaşıyordu. Ayrıca Rusya, kontrolü altındaki bütün toprakların kendisine kalması koşulunu mutlak şart olarak ileri sürdü. Trump ise, Ukrayna’nın toprak tavizi vermesi gerektiğini, daha masaya oturmadan önce kabullenmişti. Dahası, Ukrayna’nın NATO’ya katılması konusunu tamamen kapattırdı; böylece Ukrayna en önemli güvencesini kaybetmiş oldu. Ek olarak, ABD ve NATO askerlerinin Ukrayna’da olmayacağı konusunda da söz verildi. 

Avrupa’yı tamamen yok sayan, Ukrayna’ya söz hakkı tanımayan, Rusya’yı savaşın galibi ilan eden bu koşullar için Trump, “çok verimli bir görüşme oldu, önemli ilerlemeler kaydettik” açıklamasını yaptı. 

Ukrayna Devlet Başkanı Zelenskiy ile Şubat 2025’te ABD’de yaptığı görüşmede Trump, savaş için Zelenskiy’yi suçlamış, kameraların önünde azarlamıştı. Putin’den sonra, 18 Ağustos günü Zelenskiy ve AB liderleriyle ABD’de görüşme yapan Trump, bu defa basına daha dikkatli görüntüler verdi.

Ukrayna, Rusya ile Batılı emperyalistler arasında hep bir sorun ve gerilim olageldi. NATO’nun Rusya’yı çevreleme politikasının en önemli ayaklarından biriydi. Rusya için ise, kendi sınırlarını korumanın en önemli unsuru. Batılı emperyalistler ne zaman Ukrayna konusunu ileri sürseler, Rusya bütün gücüyle yüklendi ve kazanımlar elde etti. 

Mart 2014’te Kırım’ın Rusya’ya katılması bu kazanımlardan biriydi. Şubat 2022’de başlayan savaş daha uzun sürdü. Ancak gelinen noktada Rusya, hem Donbass gibi Ukrayna’nın en önemli maden yataklarına sahip bölgeyi yüzde 80 oranında kontrol altına aldı, hem de Kırım ile Rusya’nın karadan bağlantısını sağlayarak Azak Denizi’ni kendi gölü haline çevirdi, Ukrayna’nın Karadeniz sınırını küçülttü.

Rusya’nın savaştaki kararlılığı masada da kazanmasını getirdi. Bugün AB emperyalistleri Ukrayna’yı destekleyen açıklamalar, toplantılar yapmaya çalışıyorlar. Zelenskiy Rusya’ya meydan okuyan sözler sarfediyor. Ancak, ABD’nin destek vermediği bir savaşı kazanamayacaklarını biliyorlar.  

Elbette Alaska Zirvesi Ukrayna savaşının nihai sonucu değildi. Durumu lehine çevirmek isteyen AB emperyalistleri ve Rusya karşısında çok fazla taviz verdiklerini düşünen ABD’li klikler yeni atraksiyonlara girişeceklerdir. Keza Rusya’ya Ukrayna’da taviz vermeyi bırakalım, Ukrayna’nın tamamını bile verseler Çin-Rusya ittifakını bozamayacaklarını gören Trump ve ekibi de politika değiştirme yoluna gidecektir. 

Ancak Alaska Zirvesi, Rusya’nın en azından psikolojik savaşı kazandığının ve ABD’nin bir aşamada bu duruma boyun eğdiğinin kayıtlara geçtiği bir tablo oluşturdu. 

 

Azeri-Ermeni barışı sağlandı mı?

Alaska Zirvesi’nden bir hafta önce, 8 Ağustos 2025 tarihinde, Washington’da bir başka “barış anlaşması” yapılıyordu. Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev ile Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan’ı biraraya getiren Trump, bir barış anlaşması gibi görünen bir basın açıklaması gerçekleştirdi. 

Barış anlaşması imzalanması zaten mümkün değildi; çünkü barış için Azerbaycan, öncelikle Dağlık Karabağ üzerinde hak iddia eden Ermenistan Anayasası’nın değiştirilmesini istiyor. Bu değişiklik Paşinyan’ın yapabileceği bir şey değil, ancak referandumla gerçekleşebilir ve referandumdan ne sonuç çıkacağı da belli olmaz. İkincisi, SSCB’nin dağılmasının ardından Azerbaycan-Ermenistan arasında savaş yaşanmasına neden olan Dağlık Karabağ sorunu için, 1994 yılında oluşturulan AGİT Minsk Grubu’nun dağıtılmasını istiyor ki, bu çok daha zor bir konu. 

Dağlık Karabağ, Ermenistan ile Azerbaycan arasında tarihsel bir sorun. Dağlık Karabağ, uluslararası hukuka göre Azerbaycan sınırları içinde yer alan bir bölge; ancak 1990’larda nüfusun yüzde 80’den fazlası Ermeni. 1988-1994 arasına yayılan savaş ve yüzlerce Azeri’nin katledildiği Hocalı Katliamı (1992) ile tarihe geçen süreçte Ermenilerin idaresine geçmiş.  

2020 yılında ise Azerbaycan ile Ermenistan arasında yaşanan 44 günlük “2. Dağlık Karabağ Savaşı”nı, Türkiye’nin de yardımını alan Azerbaycan kazandı ve Dağlık Karabağ’ı ele geçirdi. Sonrasında Ermeniler büyük bir göç yaşadılar ve bugün Dağlık Karabağ’da neredeyse hiç Ermeni kalmadı. 

Azerbaycan, Ermenistan’da iç karışıklıklar yaşanıyor olmasından yararlanarak ve Rusya’nın enerjisinin Ukrayna’ya odaklanmasını fırsata çevirerek, 2020 yılından bu yana geçen süre içinde Dağlık Karabağ sorununu askeri gücüyle kendi lehine çözmüş oldu. 

Savaşa karışmayan Rusya, anlaşma sonrasında Karabağ’a “Barış Gücü” olarak 2 bin asker gönderdi. 2024’te ise bu askerler geri çekildi. 

Bugün ise ABD, Azerbaycan ile Ermenistan’ı masaya oturtarak, bölgede hegemonya kurmasını sağlayacak bir anlaşma oluşturmaya çalışıyor. “Zengezur Koridoru” denilen, Bakü’den başlayıp, Azerbaycan’ın İran sınırının önemli bir kısmının, Ermenistan-İran sınırının ise tamamının yanından geçen ve Türkiye’de Iğdır’a ulaşan yolun kontrol ve işletmesinin ABD’ye verilmesini istiyor. 

İran-İsrail savaşının hemen arkasından gelen bu hamle, ABD açısından görünenin ötesinde hedeflere sahipti. En başta İran’ı kuşatma anlamını taşıyordu. Çünkü doğrudan İran sınırına ABD askeri yerleşecek, bu koridor ile İran’ın Ermenistan’a ve Ermenistan üzerinden Rusya’ya kara erişimi kapanacak. İkincisi, Çin’in Kuşak ve Yol Projesi’nin iki önemli güzergahı birden (Çin-Kırgızistan-Türkmenistan-Azerbaycan-Ermenistan-Gürcistan-Türkiye güzergahı ve Pakistan-İran-Türkiye güzergahı üzerinden Avrupa’ya uzanan yollar) işlevsizleştirilerek, ABD’nin kontrolünde bir enerji nakil hatları ve ticaret yolu açılmış olacak. 

Şunu da eklemek gerekir, geleneksel olarak Rusya ile bağlantıları olan Ermenistan’da, 2018 yılında seçimleri kazanan Paşinyan, Rusya’dan uzaklaşarak AB emperyalistleri ile yakınlaşmak istiyor. Bu koridor Ermenistan’ın ABD ve AB’li emperyalistlerle bağlarını güçlendirecek. 

Zengezur Koridoru’nun ABD’ye 99 yıllığına verilmesi, gelirlerin ABD (yüzde 40), Ermenistan (yüzde 30) ve Azerbaycan (yüzde 30) arasında paylaşılması öngörülüyor. 

Ancak bu durum henüz “anlaşma” aşamasına gelmemiş bir “niyet” durumunda. Ve hayata geçmesinin önünde, Ermenistan-İran sınırında 1992’den bu yana görev yapan Rus askerleri; Zengezur Koridoru’nun Bakü’den sonra Hazar Denizi’ni aşmasının önündeki, Hazar’a komşu ülkelerin getireceği stratejik engeller; İran’ın, kendi sınırlarına ABD askeri yerleşmesine karşı bugünden savaş ilan etmesi; Rusya’nın Güney Kafkasya’daki stratejik çıkarları gereği bu durumu karşı çıkması; Çin’in Kuşak ve Yol Projesi’ne engel olan durumlarda karşı hamleler geliştirmesi gibi, bir dizi aşılması çok zor engeller bulunuyor. 

 

Barış değil, savaş

Bir süredir Trump’a “Nobel Barış Ödülü”nün verilmesi üzerine çeşitli girişimler yürütülüyor. Trump, kendisinin “6 ayda 6 barış anlaşması” yaptırdığını söylüyor ve Nobel’e ne kadar hevesli olduğunu ortaya koyuyor. Gerçekte bu “6 barış anlaşması”nın ne olduğu pek belli değil. 

Mesela son Alaska Zirvesi’nde Putin karşısında ne kadar geri adım atarsa atsın, Ukrayna Savaşı da, tarafların savaş kararlılığı da sürüyor. Azerbaycan-Ermenistan anlaşması, Azerbaycan’ın temel talepleri karşılanmadığı için bir anlaşmaya dönüşmedi; ortak basın toplantısının ötesine geçmedi. İran-İsrail savaşını bitirdiğini iddia ediyor Trump; ancak ABD bu savaştaki taraflardan biriydi ve doğrudan İran’ı bombalamış, İran tarafından ABD askeri üssü bombalanmıştı. Keza silahların susmuş olması bir yana, İran ile İsrail arasında bir barış değil, bir sonraki savaş başlayıncaya kadar verilmiş bir ara, bir güç toplama dönemi sözkonusu. Mayıs 2025’te Hindistan ile Pakistan arasında yaşanan savaşın, ABD’nin aracı olmasıyla bittiği doğru; ancak savaşı körükleyen de ABD olmuştu. Haziran 2025’te Ruanda ile Kongo Demokratik Cumhuriyeti arasında barış anlaşmasına da el atmıştı Trump; ancak burada da asıl amaç, 25 milyar dolarlık maden rezervine sahip olduğu tespit edilen Kongo’nun, Çin’e önemli minerallerini satmasına engel olmak ve bu kaynaklara el koymaktı. 

Ocak 2009’da göreve başlayan Obama, somut hiçbir adım atmadığı halde “Nobel Barış Ödülü” almış; o dönem bu ödül çok tartışmalara konu olmuştu. Bugün Trump’ın bu ödülü alma hayalleri kurması, çok daha tartışmalı bir durumdur. 

Trump, göreve geldiği anda önce Panama, Grönland ve Kanada’yı topraklarına katmak istediğini, gerekirse işgal edeceğini söylemiş; kendi ülkesindeki göçmenlere karşı ırkçı politika ve uygulamaları yürürlüğe koymuş; ticaret yaptığı ülkeler aşırı yüksek gümrük vergileri koyarak dünya ekonomisini altüst etmiş; Ortadoğu’da İsrail’in İran’a karşı saldırganlığını körüklemiş; dünyanın pek çok farklı ülkesinde gerilimler yaratmış bir başkan. 

Sadece Ortadoğu’da yaşananlara bakmak bile yeterli. 

Filistin’deki savaş, Trump’ın onayı ve desteği ile sürdürülüyor. Ve bu aslında bir savaş değil, İsrail’in Gazze’de yürüttüğü doğrudan soykırım. İsrail yerle bir ettiği Gazze’de hastaneleri vurmaktan çekinmiyor; gıda yardımı dağıtacağını duyurup, sonrasında yardım almaya gelenlere ateş açıyor; Gazze’ye yapılacak yardımları engelliyor; Gazze’de açlıktan çocuklar ölüyor ve bütün bunları doğrudan ABD’nin, Trump’ın desteği ve onayı ile yapıyor… Ve Trump, yerle bir olmuş Gazze’de, açlıktan ölen çocukların kanlarının üzerinde bir sahil sayfiye bölgesi inşa etmeyi planlıyor. 

Suriye’de ise cihatçı-terörist bir İslamcı çeteyi iktidara getirerek Suriye halkını gerici terörizme mahkum etmiş; Kürt hareketi ile cihatçı teröristleri uzlaştırmaya çalışırken Alevi katliamına yol vermiş; HTŞ’nin Suriye’de hakimiyetini pekiştirmesi için Dürzi katliamı yapmasına, Suriye halkı üzerinde şeriatçı bir terör estirmesine olanak sağlamış bir başkan Trump. 

Son günlerde ABD’nin Karayiplerde askeri varlığını artırması ve Venezüella’ya dönük tehditleri, iki ülke arasındaki gerilimi ve savaş söylemlerini birden artırdı. 

Ve son olarak 6 Eylül günü, ABD’nin Pentagon olarak bilinen “Savunma Bakanlığı”nın adını değiştirdi ve “Savaş Bakanlığı” yaptı. ABD’de II. Emperyalist Savaş sonuna kadar, bu bakanlığın adı Savaş Bakanlığı’ydı; II. Emperyalist Savaş bittikten sonra, tüm dünyada Sovyetler Birliği’nin yükselttiği “barış” rüzgarları eserken, ABD emperyalizmi de adını “Savunma Bakanlığı” olarak değiştirmişti. O süreçte, dünya halkları karşısında daha “demokrat-barışçıl” bir imaj çizmek istiyordu. Şimdi yeniden Savaş Bakanlığı ismine dönmesi, ABD’nin II. Emperyalist Savaş’a benzer devasa bir paylaşım savaşının içinde olduğunu da gösteriyor. 

Bu değişikliğin, Çin’in askeri geçit töreninin hemen arkasından gelmesi ise, bu savaşı kime karşı yürüteceğini somut olarak gösteriyor. 

* * *

Çin, 2000’lerin başından bu yana ABD için giderek yükselen bir tehdit niteliği taşıyordu. ABD’nin bütün strateji belgeleri de bu duruma önlem arıyordu. Ama Çin, üye ülkeler üzerinde bir hegemonya aracı olarak kullandığı ŞİÖ ve BRICS örgütleriyle; dünyanın dört bir yanını Çin pazarı haline getirmeyi hedefleyen Kuşak ve Yol Projesi’yle ve son olarak düzenlediği, Batılı emperyalistler için korkutucu bir gövde gösterisi olan askeri geçit töreniyle, ekonomik-siyasi-askeri gücünü her geçen gün artırdığını gösteriyor. 

ABD’nin, bu tehdidi zayıflatmak için “Rusya’yı Çin’den ayırma politikası” bütün uğraşlara rağmen hayata geçmiyor. Çünkü bir taraftan ABD ve Rusya, Ortadoğu ve Ukrayna başta olmak üzere pek çok farklı coğrafyada çıkar çatışması yaşıyor ve bu çıkar çatışması onları “dost” değil, “rakip” hale getiriyor. Diğer taraftan Batı’nın yaptırımları yüzünden Rusya’nın çıkarları, bugün için Batılı emperyalistlere karşı Çin’in yanında durmayı gerekli kılıyor. Çin ise Batılı emperyalistlerin saldırılarını kendisinden önce göğüsleyen bir kalkan olarak, Rusya’ya ihtiyaç duyuyor. 

ABD Başkanı Trump, “barış politikası” izliyormuş gibi görünerek, ABD’nin dünya halklarında yarattığı nefreti törpülemek ve kendi adına bir ödül almak istiyor. Ancak Trump’ın da, ABD emperyalizminin de savaşçı, saldırgan, sömürücü politikaları her taraftan fışkırıyor; gizlemek, örtmek mümkün olmuyor. 

Dünyada işçi ve emekçiler ekonomik kriz ve savaşların gölgesinde yaşam savaşı verirken, emperyalist hegemonya savaşı her geçen gün daha da kızışıyor. 

Bunlara da bakabilirsiniz

Paris’te Yılmaz Güney anması yapıldı

Yılmaz Güney, ölümünün 41.  yıldönümünde Paris’teki mezarı başında anıldı. Devrimci demokrat kurumların çağrısıyla yapılan anma, …

YILMAZ GÜNEY: Sanatçı, devrimci, özgürlük simgesi…

Bugün, devrimci Kürt sanatçı Yılmaz Güney’i mezarı başında andık. 41 yıl önce çok genç yaşta …

Hainleşme ve itirafçılaşma üzerine*

“İtirafçılar toplumun yüzkarasıdırlar. Hiçbir şey toplumu onların kafasındaki pislik kadar kirletemez.  Yalan, dalavere ve sansasyon …